26 Ocak 2013 Cumartesi

İLERİ "LİBERAL" DEMOKRASİYE MAHKÛM MUYUZ?




YOLCU - Son zamanlarda özellikle liberal-demokrasiyi tartışmaya açmakla ilgili çabalarınızı görüyoruz. Kemalist ideolojinin iktidar unsurları üzerindeki hakimiyetine karşı kat edilen mesafeyi öne alan bir bakış açısıyla bakıldığında bu bir tenakuz değil midir? En azında yeri ve zamanı mıdır?

YOL YAPAN - Mücadelenin politik argümanı olarak liberal-demokrasinin kullanımı ile liberal-demokrasinin ideolojik esas olarak kabulünden doğan bir mücadele farkının anlaşılmadığı yerde elbette buna dair bir tartışma gayet yerinde ve zamanındadır.

Daha öncede konuştuk. Bugün müslümanların ortaya koyduğu resim içler acısı bir fikrî sefalet şaheseri hüvviyetindedir. Misâl dün eşya ve hadiseler hakkında daha genel bilgilerle iş görülebildiği şartlarda güdücü şahsiyetlerin kafasında şeklini bulan fikirlerin doğrudan uygulanması söz konusuydu. Tecrübelerin üst üste yığılmasıyla sistemleşen bir bilgilenme ve şuurlanma, devrin hususiyetleri içerisinde mümkündü. Siz bir köy evini iptidaî bir taklitle, kafada hazır bir planın uygulanışı şeklinde yapabiliyordunuz. Şimdi ise eşya ve hadise size milyonluk şehirlerin doğurduğu ihtiyaçlara göre oluşturulmuş planlar, bu planlara nisbetle birbirinden farklı yapıları gerektiren mimarîler, her şehrin kendisiyle kayıtlı bulunduğu coğrafî, meteorolojik, jeolojik farklılıkları dikkate alma zorunluluğunu gibi çok daha karmaşık ve önceden bir plan zorunluluğunu getirdi.

Bu gözle bakınca müslümanların hali Varşova'ya nisbetle Varoş-ova!..

Dikkat ederseniz dün de gerekli olanı yapmadan önce yapılacak olana dair bir fikrî nüve şarttı, bugün ise zamana ve dolayısı ile tecrübeye –yani denemelere- terki mümkün olmayan bir esas haline geldi.

Batı dünyasının 1800'lerden itibaren özellikle Fransız İhtilal'inden sonra bu "yeni zaman ve mekân"nın zorunlu kıldığı esasa ilişkin cevabı kendi hayat tarzına -ahlâkına- dayalı ideolojik çözüm teklifleri oldu.

Şunu unutmayalım liberal cumhuriyet için demokrasi bir idare biçimi olarak bir usûl belirtir. Yani esası liberal olan bir inanış, kabulleniş ve ahlâkî anlayışın ihtiyaçlarına yönelik bir icad edilmiş bir usûldür.

Sizin sorunuzda Kemalizmi gerileten bir argüman olarak liberal-demokrasinin icra ettiği fonksiyonu bu gözle ele alırsak, canı yanan müslümanların hangi bakımdan ve hangi maksatla liberal-demokrasiye sarıldığını görebiliriz. Can havliyle ve mecburen sığınılan ideolojik bütün olarak liberal-demokrasi, bizler için bir mücadele aracı fonksiyonu icra ettiği için anlamlı bulunmuştur. İşin mecburen olan kısmı da, fiili zaruretlerden ibaret değildir!. Aksine İslam esasına hizmet etmek üzere bulunmuş ve teklif edilmiş idare biçiminin olmayışından doğan bir mecburiyettir bu!..

Liberal esası beslemek ve tahkim etmek üzere kurgulanmış bir idare biçiminin, İslam esası aleyhine olduğunu bilmem izaha gerek var mı?.. Fiili zaruret gerekçesiyle bir mücadele aracı olarak desteklenebilecek bir sürecin, derinden derine bizim zihnî mahkûmiyetimizin ilavesiyle, birinci durumda politik ikinci durumda ise ideolojik bir mahkûmiyeti gösterdiğini anlamalıyız.

Zaman Gazetesi'nden Ali Ünal'ın zan ettiğinin aksine "ideolojisi" olmayan bir hareket mümkün değildir. Misâli de bizzat bağlısı olduğu camianın "liberal demokrasi" destekçisi durumudur.

Buradan tuhaf gariplikler doğuyor. İslamî demokrasi, sosyalist islam, toplumcu islam vs veya etliye sütlüye karışmaz ve dolayısı ile sadece tatbike mevzu olmaktan ibaret zaman dışına düşen yığınlar.

YOLCU- Fiili zaruret gerekçesiyle bir mücadele aracı olarak desteklenebilecek bir sürecin.. dediniz. Günümüzde ayrı bir tartışma konusu olan "reel politika" konusunda ne dersiniz?

YOL YAPAN-Ben de onu diyorum reel politika ve irreel politika ayrımı mücadele biçimleri kapsamında bir tartışmanın işlerdir. Mücadele biçiminden önce, sizin esasınızı zaman ve mekâna taşıyacak esasınız nedir?.. Bunun cevabının verilemediği yerde mücadelenin biçimine dair tartışmalar yersiz ve faydasız. Esas yerinde olduktan sonra ise esasa halel getirmeyecek şu veya bu mücadele biçimi isabeti tartışılabilecek bir konudur. İdeal ile vakıa arasında var olan gerilimin, ideal yönünde ve lehinde ilerletilebilmesinin günümüzde en baş meselesi olan İslam esasına bağlı ideolojik esasımız meselesi hal edilmeden konuşulabilecek meseleler değildir bunlar.

Bu hal edildikten sonradır ki, bize uygun olan ve olmayan "reel politika" ayrımına gitmek mümkündür.

İşin birde şu cephesi var. Bugün reel politika argümanını öne çıkartanların baştan bahsini ettiğimiz liberal ihtiyaca hitap etmek üzere var olan demokrasi karşısında şapşal ve apışmış gizli teslimiyet durumunu örtmek gibi bir gayeleri var. Reel politika mevzu aynı zamanda bu yönüyle bu teslimiyetin bir belirtisi ve tezahürü olduğu içindir ki, bazı kişilerce red edilmektedir. Bu anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte, bunu red edenlerin liberal demokrasi yerine neyi teklif ettiklerini söylemeleri gerekir. Aksi halde bu itiraz, kötüyü teşhis etmek bakımından bir kıymet ifade etse de, iyiyi getirememek gibi bir zaafiyetin tezahürü olarak "hayat" tarafından red edilir. Şu yada bu şekilde iktidara gelen ama iktidarı ele geçiremeyen, dikkat edin dış engelcilerin varlığından dolayı değil, bizzat zihniyet olarak yaşattığı duygunun akacağı kalıbı bilmediğinden, işte böyle bir anlayış engelinden dolayı..

YOLCU- Batı için şifa olan liberal-demokrasi, müslümanlar için öldürücü bir zehirdir, diyorsunuz kısaca. Batı için ne bakımdan bir şifadır bunu açarsanız.

YOL YAPAN- Biraz konuşma rahatlığına doğru kıvrılarak cevab vermeye çalışayım. Batı “mutlak fikir”den mahrum olduğu halde, öyle olduğunu iddia eden bir Hıristiyanlık elitinin tahakküm rejimi altında bulunuyordu biliyorsunuz. Zaman üstü inanış ihtiyacı bir tarafa, insan fıtratını en acımasız şekilde törpüleyen bir tahakküm rejimine karşı özellikle müslüman dünyanın sürdürdüğü hayat tarzının ürünlerinin batıya sızmasıyla birlikte tenkitçi bir zihniyet dönüşümü yaşandı. Bu zihniyet dönüşümü en gizli ferdî çaplarda başladığında bunun 1800’li yıllarda bütün içtimaî yapıyı dönüştürecek bir çapa varacağını kimse tahmin bile edemezdi.

Skolastik Hıristiyan dini telakkî ile payandalanmış Krallık ve derebeyliklerden müteşekkil bu zulüm düzeni, dokunulmazlığını yani kutsallığını yitirdikten sonradır ki içtimaî yapı ile idari yapı arasında birincisinin lehine olmak üzere bir tasfiye süreci başlamış oldu. Yıllara yaygın bu dönüşümün idarede müşahhas tezahürü Fransız İhtilali oldu.

Burada batı için kritik bir tespiti yapmak durumundayız. Zaman üstü inanış ihtiyacını öyle olmadığı halde temsil iddiasındaki Hıristiyanlık derdest edilip idarî yapı üzerindeki bütün söz ve fiil hakkı elinden alındıktan sonra –ki laiklik budur- bu ihtiyacı karşılamak üzere ortaya bir şey koyulamadı. Bu da batı için tabiîdir. Çünkü “mutlak fikir” insanî çaba ile kurulamaz. Fakat buna rağmen ihtiyaç yerinde kalmıştır. Madem ihtiyaç vardır bu ihtiyacın giderilmesi sadedinde teklifler ortaya konulmuş, bu teklifler şiddetli tenkidlerle alaşağı edilmiş, gelen diğer tekliflere yerini terk etmiş ve böylece yorgunluk verici bir kısır döngünün beslediği bıkkınlık ve bunalım çığırı açılmıştır. Batı da bunun remz şahsiyetleri Martin Heideger, Husserl, Kierkegaard gibi felsefeciler oldu. Batı’nın geldiği bu aşamada akıl tarafından doyurulamayan ruhun çılgınca atılışlarını gördük. Irkçılığın yükselişi ve demokrasilere karşı duyulan hınç ifadesinden ibaret politik tezahürleriyle!.. Sonuçta bu baştan yenik çılgınlıkların yaşattığı yıkım, batı cemiyet ve insanını “mutlak fikir” arayışlarının yerine pratik ortak faydaya öne almaya mecbur etti.  Bunun sonucunda ideale ve eşyaya karşı iki tutum istikrar kazandı. “Mutlak Fikir” ihtiyacına cevap olmak üzere agnostik-bilinemezci tutum, ferdî, içtimaî ve idarî sahada pragmatik-faydacı tutum.

Bu iki tutumun şekillendirdiği “hayat tarzı”nın ihtiyaçlarını karşılamak üzere nihaî dünya görüşü olarak da liberal demokrasi!..

Mutlak Fikir bilinemeyeceğine göre, tüm tezlerin ve ortaya atılan inanış ve kabullenişlerin eşit kabul edilmesi zarurîleşti. İdare herkese ve her şeye karşı renksiz olmalıydı. Fakat herkese ve her şeye karşı da fayda nazarıyla bakmalıydı.

İki üç cümleden ibaret bu anlayışın insanî tüm oluş sahalarına tatbikinden ibaret liberal-demokrasinin özet tarafı budur.

“Mutlak Fikir”den mahrûm olunduğu şartlarda insan tecrübesinin varabileceği son nokta!..

YOLCU- Bu anlatışa ve anlayışa göre müslümanlar için niye uygun olmadığı da anlaşılıyor..

YOL YAPAN- Elbette!.. Biz müslümanlar “Multak Fikir”in sahibiz. Bizim “mutlak fikir”den mahrûm olanların tecrübesiyle doğrudan bir alakamızın olamayacağı bedahat. Dolayısı ile o tecrübenin “hayat tarz”ı için şart olan liberal-demokrasiyle alakasızlığımız da bedahat.

YOLCU- Öyle ama bu şekilde ifade etmekle kendiliğinden hal olan bir şey değil ki bu!..

YOL YAPAN- Aynen. Biz “Mutlak Fikir” sahibi olanların buhranı ile batının buhranı mahiyetçe farklı. Bizim buhranımız “Mutlak Fikir”e uygun bir dünya görüşü ortaya koyamamaktan doğuyor. Onların buhranı ise “mutlak fikir”in insanî çabayla kurulamayışı hakikatinin zorunlu kıldığı dünya görüşünü ileri sürmekten doğuyor!..

İlk önce bu anlaşılmalı!.. Bu anlaşılmalı ki, biz müslümanlar olarak “Mutlak Fikir”in emrinde “vasıta sistem” olarak dünya görüşümüzü inşa etme yoluna girebilelim. Bu öylesine önemli bir konudur ki, ilk önce müslümanların sonrasında ise onların eliyle batı ve doğu’nun aradığı şifaya kavuşmasıyla ilgilidir.

Bu konuda müslüman dünyada Büyük Doğu Dünya Görüşü, başta “İdeolocya Örgüsü” adlı eser olmak üzere yapılmış tek tekliftir!

Kısaca özetini yaptığım batı-doğu muhasebesi de bu eserden benim gördüklerimden ibaret.

İşin garip tarafı, bugün 28 Şubat’ın İskilipli Atıf’ı Salih Mirzabeyoğlu’nun bu hayatî mesele açısından belirttiği mânâ başta müslümanlar olmak üzere bilinmiyor.

Büyük Doğu İdeolocyas’ını “vasıta sistem” vasfıyla bize tanıtan, gayet tabiî bir soru olan niçin Büyük Doğu İdeolocyası ihtiyacımız olan “vasıta sistem”dir sorusuna cevap veren Salih Mirzabeyoğlu olmuştur.

Arabayı icad eden bir kişi, onu üreten az kişidir ama onu milyonlar kullanır. YOL AÇAN bir kişi ve kadrosudur ama o yolu milyonlarca YOLCU kullanır!..

YOLCU yetiştiren müesseseler, cemaatler, camialar, vakıflar milyonlarla ifadeli kalabalıklarla çevrelidir, fakat YOL AÇANLAR ise belli ve yüksek keyfiyetin dar kadrosuyla çevrelidir ve daima azdır.
İşte bu çokların müesseseleri ile azların müessesesi arasında YOLCULUK gayesinde açığa çıkan karşılıklı bir ihtiyaç var!.

YOLCU- Yani benim yola

YOL YAPAN – Aynen öyle!.. Benim de “YOLCU”ya..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder