8 Mart 2012 Perşembe

Emre Uslu - Üçleme - Erdoğan ve İstikamet


Emre Uslu bugün müzakereciler dediği MİT ve Hükümet'in bir kanadının etkisiyle estirilen havanın, yargı ve emniyetin (cemaatin bir kanadının ?!) tuzağa çekilmesi amacıyla önceden planlanmış bir sürecin devamı olduğunu yazdı. Bürokrat Havuzu oluşturularak ve elbette seçilmişlere atanmışların darbesi diye meşruluğu sağlanan bu sürecin sonunda KCK operasyonlarını yapan the cemaatin bu ilgili kanadının çökertilmesinin ve tasfiyesinin planlandığının altını-üstünü çizdi. Fakat asıl derdin KCK tutuklularının serbest bırakılması ve varılan mutabakatın (Oslo hikayesi) devamının önündeki engelin kaldırılması olduğunu belirtti. Demesi o ki, son krizin ardında MİT ve hükümetin müzakereci kanadının bir operasyonu var-mış.

İlgili yazısı şurda;

http://www.aktifhaber.com/emre-usludan-mit-krizi-desifresi--563042h.htm

Son zamanlarda cemaat ile hükümetin medya ayağı üzerinden süren tartışma ve müzakerelerin kamuoyu önünde ve tüm açıklığı ile sürdürülmesi bizi "Kürt Meselesi" mevzuuna bakmaya zorluyor.

Emre Uslugiller'in tezi MİT'i PKK kurdurdu ve bugün KCK denilen yapılanma vs kesinlikle muhatap alınmadan imha edilmelidir. Ya silah bırakacaklar yada yok edilecekler. Özeti bundan ibaret bir politika önerisine dayanıyor.

Müzakareciler dediği Beşir Atalay misalinden de süzülebileceği gibi, Hakan Fidan ve şüpheli sıfatıyla çağrılan MİT mensupları da buna dahil olmak üzere bu konuyu daha farklı bir çerçevede ele alan HÜKÜMET İÇİ bir çevre... Ama hükümet değil!..

Başbakan'ın "Seçilmişlere karşı atanmışları yem ettirmeme" teşhisini yanlış bulsa da Emre Uslu, kendi yazdıklarının son noktada OSLO görüşmelerinde ortaya konulan siyasî persfektife karşı oluşu, Başbakan'ı haklı çıkartıyor. Hükümetin KCK ile müzakere yolunu tercih ederek elde etmeye çalıştığı çözüme karşı tutum alıyor. Hem de emniyet-yargı-cemaat üçlemesi sözcülüğü havasında!..

Emre Uslu'nun tavrı ve havası bu. Sonuçta olan bitenler "demokratikleşme" temelli iki farklı yaklaşımın, yoğurt yeme farkından ibaret olduğu şeklinde sunuluyor. KCK'nın "demokratik özerklik" teklifiyle kendisine alan açma girişimine karşı müzakerecilerin temel tutumu uzun vadede PKK da dahil olmak üzere KÜRT MUHALEFETİNİN kazanılması şeklinde iken, Emre Uslu'nun sözcülüğünü yaptığı üçlemenin Kürt Muhalefetinin başını çeken PKK-KCK yapılanmasını tasfiye temelli demokratikleşme şeklinde olduğu görünüyor. Tartışmanın bütünü budur deniliyor.

Bunu bir köşeye koyalım ve apayrı bir persfektiften meseleye yanaşalım. Abdullah Gül'ün "büyük resime bakmak lazım" dediği yönden..

PKK-KCK'nın doğrudan tasfiyesini içeren bir "demokratikleşme"yi, PKK-KCK'nın kabullenmesi beklenmeyeceğine göre, bu çözüm mantığı ile yürütülecek bir sürecin sıcak çatışmaları yoğunlaştıracağı kesindir. Doğu'da "demokratikleşme" gibi makûl bir yaklaşımın dahi devlet nezdinde kabûl görmediği, bugüne kadar kürt muhalefetini yürüten lokomatif hareketin hesaba katılmak istenmediği şeklinde halk ile devlet arasındaki köprülerin toptan atıldığı bir sürecin devamı olacağı da. Özellikle böyle bir kutuplaşmanın kavimler arası bir çatışmaya doğru evrilmesini tercih edenler açısından böyle bir süreç bulunmaz bir fırsat verecektir. Dolayısı ile Emre Uslu'nun sözcülüğünü yaptığı üçlemenin bugün yürüttüğü bu kampanya ile hükümetin bu yönde bir yola girmesini isteyenlerin bu fırsatı kollayanlar olduğu su götürmez bir gerçek.. Parçalanmış ve içine dönmüş bir Türkiye resmini arzulayanlar (Gülerce'nin Mossad göndermesi maksadı ayrı da olsa isabetlidir) açısından hem bu kampanya hem de PKK-KCK'yı net bir kopuşa zorlama taraftarlığına teşvik edeceği izahtan varestedir.

Müzakereciler açısından bu kompozisyon içerisinde görünen husus, hem bu kampanyanın önünü almak ve dolayısı ile taraftarlarının etkinliğini kırmak hem de PKK-KCK'nın Kandil kanadı içerisinde yuvalanmış bulunan kesin kopuş taraftarlarını bertaraf etmek şeklinde, birincisi kendi hakimiyet çevresinin içerisinde, ikincisi ise hakimiyet çevresinin dışında iki kutba karşı mücadele etmek zorunluluğunu ortaya koyuyor. PKK-KCK içerisinde kesin kopuş taraftarı olanların Abdullah Öcalan'ın tecrit altında sesinin soluğunun kesildiği şartları arzuladığı bir gerçek. Zira Abdullah Öcalan'ın süreci yönetebildiği koşullarda varlıklarını muhafaza edemeyecekleri kesin. Bu bakımdan hükümetin hakimiyet sahasının dışında kalan bu çevrede istediği yönde bir dönüşüm imkânını ancak Abdullah Öcalan üzerinden sağlayabileceği görünüyor. MİT'in Abdullah Öcalan'ı Genelkurmay elinden teslim almasının sebebi ve bugün Emre Uslu'nun sözcülüğündeki üçlemenin bahsini ettiği Abdullah Öcalan-Kandil haberleşmesi buna dayanıyor.

Abdullah Öcalan ile başlayan sonradan Avrupa kanadı ile Kandil'in dahil edildiği ve belli bir mutakabat çerçevesinde olgunlaştırılan süreçte Erdoğan'ın baltalanması gayeli iki yönlü bir baskı altında kaldığını görüyoruz. Bilinçli veya bilinçsiz süreci sabote etmek demek olan bu iki yönlü baskı, belli bir mutabakat çerçevesinde yürüyen sürecin Erdoğan-Öcalan öncülüğüne karşı bir eş güdüm içinde yürüyor.

Oslo görüşmelerini sabote etme girişimi olarak ses kaydının sızdırılması... Emniyet-Yargı- Cemaat'in yürüttüğü KCK operasyonları... Kandil'in habersiz olduğunu iddia ettiği bir kısım kanlı eylemler ile Erdoğan'a karşı yapılan suikast girişimi...

Böyle bir "resmin"in bize net bir biçimde gösterdiği gibi İsrail'in istikbali bakımından Parçalanmış Ortadoğu tercihi açık olduğuna göre Emre Uslu'nun sözcülüğünü yaptığı üçlünün Gölge Adam'ın belirttiği "derin cemaat"ten beslendiği görünüyor. Mavi Marmara, Oslo Görüşmeleri- Erdoğan-Öcalan öncülüğü gibi tüm süreçlerde benzer bir pozisyon içerisine giren cemaatin "derin çete"ye mahkûm bir örgüte dönüştüğü apaçık bir biçimde gözüküyor.

İşin müzakereciler yönünden değerlendirilmesi karşımıza ayrı bir örgüt çıkarıyor olsa da, bu dosyasının açılacağı günlere daha vakit olduğunu hatırlatmakta fayda var...

Emre Uslu'nun çetesinin bu bakımdan, kendi yazısında da görünen çeşitleriyle PERDELEME şeklinde çeşitli sunumlarının olmasını bekleyebiliriz.Hatta müzakerecilerin ki Erdoğan'ın politik tercihidir, ÖCALAN'nın pozisyonu konusunda izahını yapmaya çalıştığım gaye ile çeşitli iyileştirmeler yapmasının önünü almak da dahil olmak üzere her türlü ajitasyonu görebiliriz...

Başbakan'nın etrafında kümelenen müzakereciler açısından işin değerlendirilmesi apayrı ve vakti geldiğinde ele alınacak bir mevzuu demiştik. Fakat en azından 28 Şubat Darbesi'nin başta yargı ve medya ayağı olmak üzere derinleştirilmesinin, hem İsrail hem de dolayısı ile mezkur üçlemeyi, engereklerle dörtleyecek bağlantıları açığa çıkaracağını söylemekle yetinelim ve istikameti gösterelim. Zira Çevik Bir'in İsrail ile olan ilişkileri bilinen bir husustur. Madem temizlik arzu ediliyor MİT'in asıl bu yönde görevlendirilmesi yerinde olacaktır.

İstikamet budur!..

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber

Büyük Doğu ve Türk Töresinin Yeniden Dirilişi


Malesef biz; yani Türk’ün Cihan Hâkimiyeti rüyasını gören biz, Türk’ten ne kadar habersizsiz ve bütün birikimiyle Türk bizde ne kadar suskun ve belirsizdir. Sebepleri kimimizce şu veya budur, bu milletin işleyen, arayan adeta yırtınan kafaları yıllardır bu sebepleri araştırıyor, bunları eserleri ile ispata çalışıyor, çözüm yolları teklif ediyor. Bu çözüm teklifleri bazı konularda farklı olsa da, bazı alanlarda kesişiyor, aynı şeyleri söylüyor. En başta geleni Mukaddesatçı ve Milliyetçi Türk Gençliğinin fikir önderlerinin verdiği “Eser”lere karşı sessiz ve ilgisiz kalmasıdır, diyebiliriz. Halbuki bu eserler pek nadir ve pek kıymetlidir. Yıllardır sloganlaşmış, psikolojik itip kakmalara terk edilmiş ve bu yolla sanki aziz vatan ve milletin hakkı teslim edilebilirmiş gibi bir halet-i ruhiye sergilenmiştir. Sen aziz okuyucu şunu bil ki; bu vatanın gerçek sahibi olabilmek için sadece red edişe dayalı bir uslubla, yani ne olmadığını, ne olamıyacağını işaretlemekle, neyi istediğini, ne olmak gerektiğini belirtmiş olmuyorsun. Biz kimiz ve geleceğe sarkan şuurumuzun hedeflediği rüya nedir? Bu rüya nasıl ele geçebilir? Bu rüyayı hayata hakim kılmak için aziz millet hangi vasıflara sahip olmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek ve bunu milletin vicdanında yeşertmek borcu altındasın.

Yusuf Has Hacip’in "Kutadgu Bilig" adlı eseri ile Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinin bizce mutlaka yeniden ele alınması gerekmektedir. Kutadgu Bilig üzerine yazılmış çeşitli eserler vardır, fakat biz 1995 yılında en son araştırmaların ışığı altında Sayın Sait Başer tarafından kaleme alınan “Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna” adlı eseri kayda değer buluyoruz.

Kutadgu Bilig; kelime anlamı itibari ile “kuta ulaştıran bilgi” demektir. Sait Başer’in ifadesiyle kut’u kazanma bilgisi, yani Töre’yi anlatmaktadır. “Töre ise Türklerin dünya görüşünü ifade eder. Kut Töre’ye uymakla kazanılır. Bu sadece idareciler için değil, bütün insanlık için konmuş bir idealdir; fakat o, aynı zamanda devlet fikrinin çekirdek mânâsıdır. Devlet, çekirdek mânâ itibariyle, insanlığın kut’a kavuşmasını sağlayan bir mekanizmadır; ki Kutadgu Bilig’de mevzuların Türk Medeniyetinin karakteristiği olan “devlet” zemininde şekillendirilmesinin sebebi budur.” Biz aynı mânâyı “İdeolocya Örgüsü”nde de görüyoruz. N. F. Kısakürek diyor ki:

"Büyük Doğu, İslamiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...”

Merhum N.F.Kısakürek’in bu amaca ulaşmak için teklif ettiği yol ise “Başyücelik Devleti”dir. Kutadgu Bilig’de Türk’ün “devlet”ini diğer devletlerden ayırıcı özellik onun “töre”yi uygulamakla görevli oluşu olarak işaretlenmiştir. Hangi devlet Türk’ün “devlet”idir, sorusunun cevabı budur. “Töre”nin, çağın hak dini olması kanaatimizce kesine yakın bir gerçektir. “Töre”ye bağlı olanların ismi Türk’tür. Zira biz biliyoruz ki, Türk ismi sanıldığının aksine bir ırk ismi değildir. Türk, “Töre”ye uyan, Töre ise “Tanrı”nın buyruğudur. 3192 beyitte bu konu açıkca “Töre’nin gerçek koyucusu Tanrı’dır” denilerek belirtilir. Yusuf Has Hacip bu eseriyle bize İslâm öncesi Türk milletinin Hak bir dine sahip olduğunu, bu dinin bir şeriatının-töresinin olduğunu, devletin ve kağanın töreyi-şeriatı uygulamak ve kollamak görevinin bulunduğunu bildirir. Böylece O, bize İslâm’a nisbetle müslüman ne ise, eski dildeki şekliyle “Törük”e nisbetle Türk’ün aynı şey olduğunu anlatır. Son araştırmalarda Türk kelimesinin “Törük”den geldiği de ispatlanmıştır. Bugünkü dille ve bu çağın “Hak Dini-İslâm’a” nisbetle söylersek o gün Türk ne idiyse, bugün “Müslüman” odur. Türk Milleti, İslâm Milleti idi. Hz. Adem’den beri gelmiş geçmiş bütün “hak din”ler, Allah tarafından temiz ve pak peygamberlerinin tebliğ ettiği şekliyle “İslâm”dı. Bunu bize Kur’an bildiriyor. Ceddimizin istisnalar dışında bilinen tarihini gözönüne alarak söylüyoruz ki, ceddimiz her zaman “hak din”i kabul edenler safında olmuştur. Türkün “Devlet”i daima, Allah’ın bildirdiği “mutlak ölçüler”e uygun olmuş ve bu “mutlak ölçüler”i insanlığa mal etmenin vasıtası olmuştur. Bu gerçek sürekli saklanmaya çalışıldı. Osmanlı’yı ve bu yolla İslâm Şeriatını reddederken Türk Milleti’ne yepyeni ve güya İslâm dışı bir rota tayini ile Orta Asya Türklüğü ideal olarak işaretlendi. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu amaçla kurulan araştırma enstitülerinin varlığını ve bu alandaki çalışmaların yoğunluğunu biliyoruz. O günlerde bilgilerimiz kıttı. En önemlisi Fransız İhtilali’nin ırk temeline dayalı anlayışının etkisiyle tüm yazılı belgelere ırki temelde bakılıyordu. Fakat araştırmalar derinleştikçe işin rengi değişti, fark edildi ki Türklük düpedüz bir inanışa bağlılığı, yani dini temelli bir sınıflamayı idealleştiriyordu. Çalışmalar derhal askıya alındı. Türkiye’deki Üniversitelerde Türkoloji bölümlerinin yeni “devlet” açısından belirttiği önemin aksine desteksiz bırakılması ve hatta engellenmeye çalışılması bu gerçeğin tezatlı bir ifadesi oldu. Zira Türk’ün tekrar çağın “hak dini” İslam’ın şeriatına bağlılığı artabilir, ceddi gibi Allah erliğine eski ifadesiyle Alplik yapmaya soyunabilirdi. Heyhat ki bu araştırmalar bir avuç Türk Münevverine mal olmuştu artık ve bugün boğulup atılmaya çalışılan Türk’ün o saf ve temiz imânı tekrar gün ışığına çıkıyor!.. Ve özellikle bu yeni bilgiler eşliğinde “Büyük Doğu ve Başyücelik Devleti” ideali, yani sadece reddedişe dayalı olarak değil, neyin istendiği ve istenmesi gerektiği tüm İslâm Âlemine, mukaddesatçı ve milliyetçi Türk Gençliği’nin eliyle tüm muhteşemliği ile sunuluyor!..

Niye Büyük Doğu ve Başyücelik Devlet’i? Başyücelik Devleti Türk’ün “devlet” anlayışını temsil eder mi? İslâm’a aykırı düşmeyen ve Türk’ün İslâm’a mâledebildiği “devlet” fikrine ait hikmetler nelerdir? Bir “devlet”in Türk Devleti olması için gereken temel vasıflar nelerdir? Tüm bu ve buna benzer soruların cevaplarını vermeye çalışacağım.


Hemen işin başında Başyücelik Devleti’nin İslâm’ın “Mutlak Ölçüleri”ne tam bir mutabakat halinde olduğunu söyleyelim. İslâm öncesi Türklüğün ne mânâya geldiğini, ve Türk Devlet’inin hangi “Esasa” muhit olduğunu belirttik. Bu esas Allah buyruğudur. Bu açıdan Başyücelik Devleti Türklüğün ‘Allahçı Anlayışı’na uygundur. Başyücelik Devleti’nin başı “Başyüce”dir. Başyüce’nin bariz vasfı nedir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:

"Başyüce, milletini tek şahıs içinde yekunlaştıran baş örnek... Onun içindir ki, selahiyeti, hak ve hakikate karşı bu yekuna eş, kendi öz nefsine karşı da bu yekunun en ufak parçasından daha küçük...”

"Bütün selahiyetler beşeri haddinin en üstüniyle eline teslim edilmiş kamil ferdin, Allah’ı, vicdanı ve milleti arasında terkibleştirmeye memur bulunduğu kamil ahenk uğurunda, öz nefsini selahiyetsizlikte son mertebeye indirmesi... “Başyüce”nin heykelleştireceği remz, işte bu mananın temsilciliği ve şahıslandırıcılığıdır...”


Merhum N.F.Kısakürek’ten yaptığımız bu alıntıyı açalım. Başyüce temsil ettiği milletin haklarının tümüne sahiptir, bu hakların çerçevesi İslâm’ın belirtiği hak ve hakikate ters kullanılamaz. Başyüce böylece tüm yetkileri elinde toplamış ahlâkça en olgun hem Allah’ın haklarını gözetici, hem milletin ihtiyaçlarını giderici çabasıyla kendi şahsî nefsinin tüm yetkisini elinden alabilmiş, yani nefsini alaşağı edebilmiş ferdin şahsında milletin toplu iradesidir. Kaynaklara göre mesela Kutadgu Bilig’de Kağan, Bey, yani devletin ve milletin başı iki önemli sorumluluğa sahiptir. Birincisi Allah buyruğu Töre’nin uygulanması ve gözetilmesi, millete karşı Töre’nin temeli olan “konilik-adalet” ile muamele. Kağan bu konuda Allah’a karşı mesuldür ve bu iktidar bu amaçla Allah’ın bir lütfu olarak kendisine bahşedilmiştir. Yetkiyi Allah’ın buyruğu olan Töre’den alır. Yani Kağan Allah karşında milletin Töre’ye karşı sadakatini temsil eder. Ayrıca Kağan, kendisi de dahil olmak üzere tüm Allah buyruğu Töre’ye bağlı olanlara Allah’ın bir şefkat elidir. Kut’a ermiştir, eski deyimle kutlanmıştır. Kut, Allah Buyruğu Töre’ye uymakla elde edilir. İslâm Tasavvufu’nda nefsin Allah’ın Şeriatı-Buyrukları’na uymakla alt edilerek, İlahî tecelliye mazhar olması yani kutlanması aynen geçerlidir. Hem Başyüce’nin ve hem de Kağan’ın Kamil- öz nefsini temizlemiş, İlahî tecelliye mazhar olmuş- yani kutlanmış olmasının gerekliliği de Başyücelik Devlet’inin gerçek mânâda müslüman Türk’ün Allahçı anlayışına denk düşer.

"Zulme uğrayan herkes, adaleti şeker gibi olan Töre vasıtasıyla hakkına kavuşmaktadır. Ve bu, Töre’nin sağ tarafının eseridir.” ( Kutatgu Bilig 812 beyit)

"Törenin sol tarafı zehir gibidir ve zalimlerle zorbalara, adaletten kaçanlara adaleti tattırmak vazifesindedir.” (Kutatgu Bilig 814 beyit)

"Töre zalimlere, kaba kuvvetle hareket edenlere karşı çatık kaşlı, kaba ve serttir.” (Kutatgu Bilig 816 beyit)


"İster oğlum, ister yakınım veya hısımım olsun; ister gezici, yolcu veya misafir olsun, Töre’ye göre bunların hepsi birdir. Hüküm verirken bunların hiç birisi beni farklı bulmazlar.” (Kutatgu Bilig 817-818)

Buna göre Allah Buyruğu Töre Adaletin Kaynağıdır. Ne ki Töre dışıdır, zülümdür. Törenin sağ ve sol yanı, İslâm’da iyiliği emir, fenalığı men anlayışını, yani Aşk ve Nefret Kutbunu işaretleyen bir remzin aynıdır. Demek ki Töre iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayıran Hukuktur ve Ahlâktır. Kanaatimize göre başka türlüsü de beklenmemelidir, zira ikisi de zaman farkıyla aynı kaynaktan beslenir.

"İdeolocya Örgüsü”nde Merhum Necip Fazıl Kısakürek “İSLAM VE ADALET” başlığında şunu diyor: “Alemde, tek adalet kaynağı İslam...” Niye çünkü O, Alim olan, kainatı ve insanı yaratan Allah’ın Buyruğudur. Türk’ün Töre’si budur. 1000 senelik bir tarih dilimi içinde İslâm’a girmemiş, O’nun Kutlu Şeriatı-Töre’sine baş eğmemiş, Bulgar ve Macarların ve dahi Hazarların ve daha bilmem kaç çeşit aslı Türk olan kavimlerin zelil hali ortadadır. İşte bu, “Allahsız Türk Olamaz” hükmüne götürür bizi. Allahsız Adalet olmaz, Adalete boyun eğmeyen Türk olamaz. Değerlendirme ölçüsü bu olunca, “Başyücelik Devleti” ile Töre’nin öngördüğü devlet geleneğinin aynılaştığı görülecektir. Dikkatli nazarlara sunulur.

Dilerseniz konuya Sait Başer’den bir iktibasla devam edelim:

"Töre'nin insan anlayışı nedir?

Yusuf Has Hacib bu konuda, insanlığı iki kategoride ele almaktadır:

1. Yalnguk,

2. Kişi

Yalnguk; yanılan, hata ve gaflet içindeki bir insanlık seviyesini temsil etmektedir. Yalnguk adı ona yanıldığı için verilmiştir. Kişi adıyla belirtilen insan iki türlüdür. I) Bey, II) Bilge. Ve bu iki tip kişi yal-ngukların başı sayılmıştır. Burada bir açıklama yapmak gerekir. Bu tasnif mesela Hind'de yahut eski Avrupa'da oldugu gibi kati bir sınıf sistemi değildir. Yalnguk, gayretleriyle hem Kut kazanabilmekte, hem de ehliyeti nisbetinde yükselebilmektedir. Bu sınıflama insanların akıllarına göre yapılmıştır. Yalnguk hizmet ve ilim öğrenmek yoluyla hem bey hem de bilge olabilmektedir.

İnsana verilen değerin onun aklıyla mütenasip oldugunu belirttik, Kutadgu Bilig'de akıl hakkında da ikili bir tasnif söz konusudur. Aklın yalnguka mahsus olanının adı "Us"tur. Us günlük hayatı devam ettiren, basit meselelerde iyi-kötü ayrımını yapabilen basit akıldır. Gaflet bu akıl sahipleri için geçerlidir. Eski Türkçe'de gaflet bildiren: Usal, usallık, usayuk, usanma gibi kelimelerin us kökünden gelmeleri manidardır. Yusuf Has Hacib'e göre bu sıfatlar yalnguk seviyesine mahsus sıfatlardır. Gaflet ise bir türlü uyku halidir.

Aklın ikinci derecesinin adı ise "Ok" kelimesiyle verilmektedir. Ok, yahut Ög: Hayrı, şerden ayırd etmek, aslını araştırmakla mükellef, hikmet ile meşgul olan, gönül sahibi kişilerde bulunan ve hikmete teslim olan bir akıl seviyesidir. Aynı kelimenin diğer manası ise "ana" : mefhumudur, şimdi anasız yerine kullandığımız öksüz kelimesi buradan gelmektedir. Dolayısıyla buradaki ok seviyesindeki aklın, asla mensubiyet, akl-i küll ile münasebet bildirdiğini de düşünmek gerekecektir.

Böylece İslamiyet'te görülen beşer-insan (beşer yani insan olmakla müjdelenmis, insan yani Allah ile ünsiyet kurmus kişi) anlayışı ile, akl-ı maaş ve akl-ı maad tasnifini andıran bir sistemle karşı karşıya gelmekteyiz.”

Sait Başer’in de ifade ettiği gibi Türk’te insan anlayışı toplumu iki ana sınıfa böler; birincisi kişi, ikincisi ise yalnguktur. Biz bu sınıflamayı yeterince açık bulmamakla birlikte, birçok sınıf anlayışından üstün buluyoruz. Türk’ün devletinde idare kişi sınıfına dayanır. Kişi sınıfı, yalnguk sınıfını Töre’ye göre yönetmek ve böylece kut sahibi kılmakla mükelleftir. Buradan zımnen anlaşılan odur ki, hakimiyet hakkı gafillere verilemez. Gafleti temsil eden basit akıl olarak “us”, akl-ı küll ile münasebete girmiş aklı temsil eden “ög”ü takdir mevkiinde değildir. Us sahibi ekseriyeti temsil ederken, ög sahipleri azınlıktadır. Yönetme hakkı bu azınlığın elindedir, elinde olmalıdır. Türk’ün töresi budur. Devlete “ög- selim akıl” hakim olmalıdır.

Bu açıklamaların ışığı altında Başyücelik Devleti hangi sınıfa dayanır? Merhum Necip Fazıl Kısakürek bu konuyu “Sınıf” başlığı altında şöyle cevaplandırır:

"Bir İmam-ı Gazali ile keleş bir çobanı kemmiyet hesabiyle bir tutan bir rejim, onu erhamlara taş taşımaya mahkum edici Firavunlar rejimi derecesinde batıldır. Yani ne fert sultanlığı, ne de başı boş hükümranlığı...

Bütün bunlar yüzündendir ki "hakimiyet halkın değil, hakkındır!” düsturunu, herbiri hakta fani olarak ruhlarına nakşetmiş idrak soylularını teşkilatlandırma, ve sadece hak adına nefs dışı imtiyazlandırma davası, İslam inkılabının istinat edeceği sınıfsız sınıfı, her sınıftan üstün insanlar sınıfını hedef tutacaktır.”

Kendi ifadesiyle bu sınıfın adı “GERÇEK MÜNEVVERLER, ÇİLEKEŞ FİKİR SOYLULARI ASALET SINIFIDIR”.

Biz Eski Türk Töre’sinde kişi sınıfının bey ve bilge zümrelerine dayandığını görüyoruz. Bugünün diline tercüme edersek amirler ve alimler zümresi denilebilir. Bunun müşahhas plandaki tezahürlerini şimdilik kenara bırakalım. Zira maksadımız “Başyücelik Devleti” anlayışının izini sürmek, “bilinenlerin yardımıyla bilinmeyeni tanıtmak”. Başyücelik Devleti’nde Aydınlar Aristokrasisi hangi müşahhas, elle tutulur kurumlar şeklinde tecelli eder? Bunun cevabını şöyle belirtebilirz; bey-amirler zümresi “Başyücelik ve Yüceler Kurultayı” kurumları eliyle temsil edilirken, bilge-alimler zümresi ise “Başyücelik Akademyası”nca temsil edilir. İlki ahalinin tüm meselelerinden birinci elden sorumlu, dış planın düzenleyicileri, ikincisi ise kendi sahalarına dönük iç aksiyonu daima hep yeniden şekillendirici iç planın kaşifleridir. Bu enfes yaklaşım ve anlayışın Türk’ün ve onun şahsında tüm asyanın karakterine uygunluğu bize şunu ihtar ediyor; batının kendi bünyesinde olgunlaştırdığı ve çilesini çektiği kendine has monarşi, demokrasi, oligarşi idareleri yerine –ki tutmadığı ortadadır- “Başyücelik Devleti” idare şekli bizim tekrar Türkleşme, Asyalılaşma misyonumuza tek çare olarak gözükmektedir. Bu misyon baştan geriye doğru Osmanlı, Anadolu Selçuklu, Selçuklu, Gazneliler, Karahanlılar çizgisinin tekrar, fakat yepyeni şekil ve muhteva ile dirilişi mânâsına gelmektedir. Yani özetle Töre’nin, Türk’ün yeniden dirilişi...

Bu arada yine Sait Başer’den ilginç bir ara not aktaralım:

"...Bu noktada Kutadgu Bilig'de sadece Ög ve İrfan arasında geçen ve bu iki değerin yakınlıklarını ifade eden “gönüldeş” kelimesi de dikkatimizi çekmistir.”

Bugün gerçek "Büyük Doğu” bağlılarının birbirlerine “gönüldaş” demeleri de bizim dikkatimiz çekiyor doğrusu!..

Sait Başer Beyefendi şöyle yazmış:

"Kasgarlı'nın: "Eski bilgelerin sözleriyle gönül sağlık bulurdu" deyişi, bilge-gönül münasebetini aydınlatmakta ve bilgelik müessesesenin eksikligini dile getirmektedir. Gönül sağlığı bilgeye bağlanmaktadır. Keza bilge kişiler kut ve sevinç kaynağı bilinmişlerdir, kut hem Tanrı'dan, hem Töre'den, hem de bilgeden zuhur ettigine göre, bilgenin kilit mevkiinde bulundugu apaçıktır. Görüldüğü gibi yalnguk'u bilge yapmak Töre'nin baş hedefidir. Bu maksatla ahlaki, içtimai, siyasi birçok prensip koymus, müesseseler kurmus, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları sükunetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücuda getirmiştir. Yani Töre'nin devleti de insanı kendi hakikatine götürmek maksadının bir vasıtasıdır.

Bu ulvî ideale bağlandığı için Türk devleti gerçek devlettir. Türk halkı bu yüzden devlet yolunu, Allah yolu saymıştır. İslamiyetten sonraki devirlerde de bu yönelişi, devlet terbiyesini yaşatmıştır.”

Kutsal ve dokunulmaz "devlet" anlayışının ne olup, ne olmadığını da işaretleyen bu ifadelerden sonra, "Batı Töre”sini kendine kızıl elma seçen devşirme “Türk Devlet”lerinin muhasebesini Mukadesattçı ve Milliyetçi Türk Gençliği’nin vicdanına ve izanına bırakıyoruz. Fakat bu vicdan muhasebesinden önce Bilge Kağan’dan bir uyarıyı aktaralım. Bu alıntı Orhun Kitabeleri’nden, buyrun:

(Kuzey cephesinden bir bölüm)

"...Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormus. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok insan öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin!..

....Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri, milleti ahenksiz oldugu için, aldatıcı oldugu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr oldugu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdını kul kıldı, hanımlık kız evlâdını cariye kıldı. Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmis. Elli yıl işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edi vermiş. Batıda Demir Kapıya ordu sevk edi vermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermis. Türk halk kitlesi şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı millet idim, kağanım hani, ne kağana işi, gücü veriyorum der imis...”

Osmanlı ve “Batı Töresi” ilgisi ile, o dönem Türk Devleti “Çin Töresi” ilgisine dikkatinizi çekmek isterim. Bu arada “vatan” deyince kanı kaynanlardansanız, Bilge Kağanın o dönemin “çürük elması-kötü kağana” ne yaptığına bakıp, belki bu dönemim Bilge Kağanı’nın kim olduğunu bulursunuz!.. Bir zahmet bir iki ansiklopedi karıştırın. Ne buyuruyor Hz. Ali, “Hakikati öğren, hakikati söyleyeni sonra öğrenirsin!..”

Şimdi gelelim “Batı Töre”sini kendine kızıl elma seçen sahte milliyetçileri teşhise:

Fransız Yahudilerinin Büyük(!) Fransız İhtilali eliyle tezgahtarlığını yaptığı ırk temelli Jaboken milliyetçilik zehrini Türk’ün iman kafesine akıtmaya çalışan yılan başlı yerli ihanet şebekelerine burdan haykırıyoruz; Yahudinin ırkına bağlı din, devlet, teşkilat ve dünya hakimiyeti (siyonizimi) idealleştirmesi zülmünü Türk’lük maskesi altında besleyenler, destekleyenler ve pirim verenler Türk değil, Türk’lükten, Yahudilerin devşirdikleridir.

Ve tekraren diyoruz ki:

Sen aziz okuyucu şunu bil ki; bu vatanın gerçek sahibi olabilmek için sadece reddedişe dayalı bir uslubla, yani ne olmadığını, ne olamıyacağını işaretlemekle, neyi istediğini, ne olmak gerektiğini belirtmiş olmuyorsun. Biz kimiz ve geleceğe sarkan şuurumuzun hedeflediği rüya nedir? Bu rüya nasıl ele geçebilir? Bu rüyayı hayata hakim kılmak için aziz millet hangi vasıflara sahip olmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek ve bunu milletin vicdanında yeşertmek borcu altındasın.

Necip Fazıl Kısakürek’i tekrar keşfetmek mecburiyetindeyiz. Bir avuç Münevverin çabaları ile gündeme getirilen Büyük Müslüman-Türk Mütefekkiri N.F.Kısakürek’in tüm fikir haşmetiyle zuhurundan rahatsız olan, “cumhuriyet gazetesi” müşahhas örneğinde olduğu gibi, bir takım şebekeler yerinden zıplamaya başladı. Resmen Müslüman-Türk’ün uyanışından ve bu uyanışın besleyebileceği Yepyeni Başyücelik Devlet’inden ödleri patlıyor!.. N.F.Kısakürek’in fikirlerini İYİ HOŞ ŞAİRDİ lakırtılarına boğmak isteyen bu Yahudi Devşirmesi Vatan-Millet düşmanı şebeke devletin en etkili merkezlerinde büyük heyecan uyandıran TEKRAR YENİDEN AYDINLANMA HAREKETİ BÜYÜK DOĞU karşısında, milleti sömürme tezgahı haline getirdikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin aslına rücu edebileceğinden korkuyorlar. Ve biz de diyoruz ki geçmişte gerçek ülkücüleri ve biz onlara sahip çıkamadığımız için şucu ve bucu olmuş Anadolu evladını terorist yaftası ile yaftalayıp milletin gözünden düşürdüğün, zaten uyuyan ve bir türlü elimizin yetişemediği Aziz Müslüman-Türk Milletinin İslam İtikadını, Şeriat özlemini, Vatan Aşkını velhasılı kelam Mukaddes Değerlerini o rahatlıkla, “devlet”in benimsediği “Batı Töre”sine dayalı rejimin de yardımıyla ifsat ettiğin günler sona erecek!.. Devlet aslına rücu ederek yine Türk’ün Devleti olacak!.. Eğer bu millet topyekun ölmediyse, bu olacak!..

Mart-2008


Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Ocakları Dergisi 

İstikamet Nedir / Ne Değildir?


Zamanı gelmiş bir fikri engelleycek hiç bir güç yoktur. Her çeşit günlük itiş kakışı merkezileştirip bunun telaşesi içinde gözlerine mil çekilmişlerin göremediği, bundan dolayı akılları gözlerinde körlüğe bulaşık olanların zaman geçtikce apışıp kaldığı husus da bu. 

Allah'ın ahmâk adamı da vesile kılmasına mukabil sana kalan ne? Hayatî soru bu. 

Dün söylediğini bugün söyleyenlere, bugün söylediklerini dün söyleyenlere sövenlerin hali bu. İstikamet derdi olan beri gelsin. Bu aksiyon değil debelenmedir. 

Buna mukabil pürüzsüz çizgisiyle istikamet üzerine hareket eden  -ki aksiyon dediğin başka ne?-  içten içe yepyeni bir altyapı üzerine inşaa ettiklerinin yarın vereceği verimlerin uzun vadeli hesabında olan gereçek aksiyoncular nerede?.. 

Lafı eveleyip gevelemeye lüzum yok. Kervan yola çıkmıştır. Hem de öylesine çıkmıştır ki, tüm sapmaları TEPELEYİCİ ve istikamet çizgisine kanırta kanırta giren çıkanların verimlerini deTOPLAYICI mihrak olduğunu göstere göstere... "Mukaddesatçıların Birliği" temelli doğru kutuplaşmayı işaretlemiş ve kendi kurgusunu ESASLAŞTIRMIŞ olarak.. Kâmil Birlik şartlarının ne idiğünü ve nasılını göstermiş ve bunu temin etmek için oluşturulmuş politik diliyle... 

Bütün bunların göz önünde seyrine mukabîl bugün olup bitenleri izah edemeyenlerin merkezî fakülte ahlâk meselesini hafifsemeleri.. Kim anlar bu dilden ve nasıl da bu hale mecbur ettiler!.. Sloganı bırakıp adam gibi düşünsünler.

BD-İBDA, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu'nun dediği ve yapıp ettikleri olarak bu istikametin ölçülerini koyanlar oldular. 

Çevrenin hakkını verip veremediği meselesi ayrı bir mesele olarak kenarda dursun. Önemli olan istikamet çizgisi her unsuruyla ayakta tutulsun. Ve bir gün o çok hareket yapan iç ve dış tüm unsurlar kafalarını toslaya toslaya yaşadıkları ve yaşattıkları ızdıraptan sahici ve mesuliyetini sahiblenici bir muhasebe çıkartmaya yöneldiklerinde gerçek ve kıymetli aksiyonun ne menem birşey olduğunu görsünler.

Devlet olduğunu hatırlayan ve gereklerine doğru hamle yapma heves ve iradesini yarım oluş ve tavırlarla ortaya koyan Başbakan acaba "araç" olarak kullanılmaktan ibaret bir politik unsur olan "ileri demokrasi" konusunu gayeleştirmiş midir? Eğer gayeleştirmemişse bunu aşan ve bütün iş ve verimleri kendi havzında topalayan DÜNYA GÖRÜŞÜ olarak hangi şuurun sahibi olmak borcunda olduğunu bilmekte midir?

Kadromuza yeni dahil olan İbrahim Sancak Beyefendi'nin pek hoş bir uslûb içinde tezi olmayan yıkıcılık vurgusuyla işaretlediği bu temel meseleyi, yani mütefekkir ihtiyacını göstermesi bakımından pek yerinde bir tevaffukla yerini bu yönden de bulmuş olsun.

Başbakan için sorduğumuz soru şüphesiz bizim bu meseleyi sadece bir kişinin gerçek ve derin bir olup olamama meselesi olarak gördüğümüzü göstermez. Bu mesele tüm genişliğine ve derinliğine tezahürleriyle mukaddesatçı kadro ve toplulukların meselesidir.

Dünya'ya söyleyecek, red ettiğinin yerine yepyeni bir nefes ve ruhla koyacağı yeniyi söyleyecek bir SÖZE ihtiyacımız var. 

Belirttiğimiz bu İHTİYACA karşılık pek meşgul ve elbette bizim de bu SÖZÜN varlığı içinde pek kıymetli gördüğümüz işleri gösterip, siz ne yapıyorsunuz ki diyenlerin, dertten anlamaz haklılıklarına mukabil TEMEL HAKSIZLIKLARI görülemiyor mu?..

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber

İt Ürür Kervan Yürür / 3



Bundan tam 3 yıl önce, o günden bugüne diye durum ve pozisyonumuzu Büyük Doğu İbda Dünya Görüşü'ne nisbetle içe doğru açıkladığımız iki yazımızdan sonra, dışa doğru hamlelerimizin ölçülerini tespit ve tayin etmek amacıyla yazdığımız bir yazı olmuştu. Dinamik planda olup bitenler bir tarafa mücerret ölçüler koymaktan ibaret bu yazıyı tekrar hatırlatarak başlamak isterim.

"Mümkünse;

1) Kendinden yap. 

Mümkün degilse;

2) Kendin ile ittifaka hazırla, bunun zeminini oluştur
3) Kendine düşman hale getirme. 
4) Düşmanını tarafsız hale getir. 

Yani kısaca seni tecrid etmek isteyenleri tecrid et. Bu her bir poziyonun senin için ideal olmaması ile, idealinin hayat bulması için gerekli olduğunun şuurunu birbirine karıştırma. Temasa fikrî olarak hazırlan, yeni dönemin dilini kur, tecrid döneminin dilini, yoğurma döneminin diliyle karıştırma. Yoğurma için tecridin şart olduğunu anla. Fakat tecridin de teşhis için olduğunu unutma. Yoksa tecridin ne manası vardı.

"Mümkünse;

1) Kendinden yap. 

Mümkün degilse;

2) Kendin ile ittifaka hazırla, bunun zeminini oluştur"

İtikadî, ideolojik ve siyasî birlik şeklinde 3 aşamalı "kâmil birlik" ideal hedefine nazaran, toplumu hazırlama siyasetinin yukarıda kabaca ifadesini bulmuş muhatabın pozisyonuna göre ayarlı çok yönlü politikası ve bunun dilinin manalı olabilmesi için, merkez dilin, İslamcı camianın, ateş hattından merkez küfür diline doğru konuşur durumda olması gerekir. Bir benzetmeyle Osmanlı Beyliği'nin, diğer beyliklere nazaran durumu ve yöneldiği hedeflerin farklılığı gibi. 

Bir benzetmeyle, merkez karargahın, ayrıntılı ve bir çok teknik diliyle örülü ve bir sanat ifadesi şeklindeki diline nazaran, en genişinden en ufak unsurlarına kadar intikâl ettirilen emirlerin, basit ve maksada hazırlayıcı dili arasındaki fark gibi. 

Mümkünse kendinden yap; Bugün Büyük Doğu'dan maksad İbda'dır. Yani kâmil Büyük Doğu !... İbda derken remz şahsiyet olarak da Mütefekkir. 

Mümkün değilse ittifaka hazırla; Fikrî, içtimaî, psikolojik olarak "kâmil" Büyük Doğu'ya henüz hazır olmayanların, bizatihi mücadele içinde, yani siyasî alanda en temel noktalarda tutum ve tavır belirlemeleri noktasında hazırlanılması. Bu yolla hem küfre karşı merkez karargahı tahkim etmek, hem de kesimleri "kendin yapmak"a hazırlamak. 

Anlayışı temin eden unsurdan daha ameli bir şey yoktur !.... Oynayan çocuğun, bu oyun vasıtasıyla, hayata hazırlandığını bilmesine gerek yoktur. Fakat babanın meziyetleri ve doğru anlayışı temin gayesi ile hangi oyunu oynatacağını bilmesine gerek vardır. 

Buna kısaca kademe siyaseti diyelim. Her bir alt kademedeki üst kademeye cemiyeti hazırlamak için, hakikati feda etmeden!!!, ayrı bir tavır sahibi olmalıdır."

Bugün BDG-H üflediği fikir yoluyla "gönül ve kafa sahasında" "etkileyicileri etkilemek" mevkiîne yükselmiş bulunmaktadır. Gevşeyen ve pörsüyen mukaddesatçı yapıların teker teker sahadan çekildiği, isim ve tabeladan ibaret bir keyfiyete mahkûm bir manzara belirttiği günümüzde, müşahhas planda zuhurunun zeminini hazırlayıcı stratejisiyle ateşli ruhları celbedici bir dil ve diyalektiğin öncülüğünü almış bulunuyor. Kadrosunda klasik mukaddesatçı yapı ve toplulukları istihdam ederek, mukaddesatçıların ancak bir "Dünya Görüşü" etrafında demetlenebileceğini tohumluk çapta ispatlamış bulunuyor. 

Geleceğin yeni dünyasında hayat ve varlık hakkının ancak kendisini bir dünya görüşü bütünlüğünde tekleştirebilmiş olmaktan geçtiğini bilmem siz gençlere izah etmeye artık ihtiyaç kaldı mı? Dün Sosyalist ve Kapitalist iki kutup halinde bütünlüğünü ortaya koyan dışımızdaki dünyanın nefes payı bırakmaz şartlarına mahkûm oluşumuzun burdan doğduğunu artık görmeyen kaldı mı? Sadece red edişe dayalı bir tepki sığlığında "direne direne düşmanına teslim" olmaktan başka elde edilebilecek birşeyin olmadığını 150 yıllık tecrübenin neticesinde idrak edemeyen kaldı mı? Devrin şartlarında henüz "dünya görüşü" çapında bütünleştirilememiş olsa da kendisinden olmadığını sezdiği bir dünya karşısında en azından onlardan olmadığını belirtmekten ibaret isimlendirmelerin artık sadece bir isim ve tavır çapında sürdürülemeyeceği anlaşılmıyor mu?.. 

Eğer bu anlaşılıyorsa, Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü'nün bütün mukaddesatçıların malı olduğu, sadece kendisini bu isimlendirmenin gölgesi altında ifadelendirenlerin has ismi olmaktan ibaret olmadığı da anlaşılmış olması gerekir. Büyük Doğu-İbda Külliyatı'nın "ehliyet şartı"na bağladığı söz söyleme ve amel etme halinin hakkını veren herkes ve her kesimden topluluk BÜYÜK DOĞU bağlısı olarak mücerret plandan MÜŞAHHAS plana taşıdığı İSLAMÎ HAKİM TAVRIN temsilcisidir. 

Küçük ve hasis dünyalarında varlığını düşmanının her dediğine "hayır" demekte bulanlarla işimizin olamayacağı açık. İnsan nasıl ki hastalığında bedihî halde çaresini TIB'ta bulabileceğinin şuurunda ise, bu şuur onu doktor etmese de, bir dünya görüşü etrafında birliğin de, en asgarî düzeyde böyle bir bedihî sezişle mümkün olduğunu, her ne kadar bu sezişten ibaret bir aidiyetin kişi ve topluluğu kâmil bir "ehil" etmese de, "kâmil oluşun" istikamet bilgisini işaretlediğinin şuurunda olunması gerekir. 

Kafa, kol, bacak, el ve dil her biri kendi meziyetini beyin ve kalp merkezi üzerinden RUHUN hizmetine veriyorsa, yılların çaba ve emeği ile çeşitli meziyetleri gelişmiş ve olgunlaşmış mukaddesatçı toplulukların emrine gireceği BİRLEŞTİRİCİ ASIL olarak Dünya Görüşü şarttır. Ve bu şart ne ele el olmaktan, ne kola kol olmaktan, ne dile dil olmaktan vazgeçmeyi teklif ve telkin etmektedir..

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber

İt Ürür Kervan Yürür / 2



Tarih Muhasebemiz gereği ve yeni eşya ve hadiselerin doğru ele alınışı bahsinde 2007 yıllarında açıkladığımız temel stratejimizin bugün çevrenin de lisan-ı halleriyle kabul etmek durumunda kaldıkları bir bedahat haline geldiğini görüyoruz. BDFO nüveleşmesinin başlarında derli toplu bir kadro keyfiyeti belirtmeyen fakat barındırdığı ateşle kendine tahvil etme kudretini gösteren bir topluluk vardı. Şu oldu bu oldu ve bugün artık gören tüm gözlerin ancak hased tazyikiyle inkârı mümkün bir öncülük gösterdi. O gün dışımızda söz söyleyenlerin sözleri tam ters-yüz olmuş, varlığını evrile evrile BDFO çizgisinin belirlediği istikamet hattına dayamış durumda..

İtikadı bozuk olanın ameli mevzuularda bir ve aynı şeyi söylemesi nasıl muteber değilse, şüphesiz ki bir dünya görüşü için de buna benzer girişimler ve durumlar söz konusu olduğunda zahirî beraberlik görüntüsünün hiçbir önemi kalmaz. Ve böyle durumlarda ESAS AMEL ÖZÜN MUHAFAZASINDAN İBARET OLUR. BDFO'nun "halkın aklı gözündedir" türünden ibaret gözler nazarında görülemeyen esas ameli de bu olmuştur. Çevrenin şahitliği altında görülmesi gereken -o günden bugüne- budur.

Bu müsbet gelişmelere rağmen aldığı TESİRİN KAYNAĞINI -ister farkında olarak isterse farkında olmadan- görmeyen veya göremeyenlerin, bugün yaşadıkları zahirî dönüşümün, BDFO ve dost müesseseler eliyle açılmış saha üzerinden mümkün olduğu görülmeli değil miydi?

Yapıp ettikerimizin anlaşılması bir yana, bunun görünebilmesi için yapıp ettiklerimizin bile anlaşılamadığını görüyoruz.

Ülkenin dört bir yanından şube ve temsilcilik açma talebi olmasına rağmen sessiz ve derinden ilerleyişi tercih edişimiz, müşahhas zeminde zuhurumuzu ertelememiz, adı sanı unutulmuş ANADOLU illerinden gelen GENÇLİĞİN SESİYLE içli ve gizli hasbihallerimiz, irtibat arayışları bu hava içerisinde görülemiyor.

Bu görülebilseydi, bunun geleceğe yönelik nasıl bir zaruret belirttiği anlaşılabilseydi, demirin mıknatıs cazibesine kapıldığı gibi, tabii bir akış içinde demetlenmek mümkün olurdu. Fakat nefisler engel oldu ve oluyor.

Mücerret ve tek tek kıymeti tartışılmaz işlerin bu temel istikamet çizgisine müşahhas planda bağlanamamasının ne çapta bir "ziyan" olduğu ileride anlaşılacak.

Bütün bunlara rağmen biz sabırla ilerliyoruz ve ilerleyeceğiz.. Hiçbir ucuz ve nefsî küçültme tavrına yanaşmadan ve fakat ulvî soydan hakkını vermeye çalıştığımız çizgimize TAM VE EKSİKSİZ BİR TESLİM OLUŞUN gereklerinden taviz vermeden.

Kısaca TAM ve GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ bir OLUŞUN peşindeyiz.

Salih Mirzabeyoğlu'nun "Nasıl Birlik?" başlığında esas ve usûlünü belirlediği HASRETİ ÇEKİLENE kavuşana kadar..

Allah'a ısmarlandık... Buna inanıyoruz.

Allah liyakat şartlarına erdirsin.

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber

İt Ürür Kervan Yürür / 1


Yıl 2005, internette forum sayfalarında ona buna küfür etmekten ibaret bir vasat içinde bir kısır döngü hali görünüyordu. Vesilesi şu bu önemli değil, gelenler anlatıyor “Şu şöyle idi, bu böyle idi..” O güne kadar kendi içinde harını muhafaza eden bir gurup gençten ibarettik. Dışımızda aynı fikre bağlı olanlardan haberleri bir büyüğümüzden alıyorduk. Biz bir gurupçuktuk, dışımızda yapılıp edilenler bizim için ulaşılması gereken seviyeleri belirtiyordu. Bizde en azından böyle olabilmeliydik. Böyle yaşatmıştık içimizdekileri. İnsan uzakta olunca, yani az çok bir körlük halinde ise, hayal melekesi açığı kapatıyor. Onlar ulaşılması zor hayal-idealler gibiydi.

1999’a gelen süreçte, çeşitli operasyonlara karşı kahramanca çıkışlar olmuştu. Bugün 28 Şubat’ın aktörlerinin zihniyeti malûm. İşte bu kemalist-laik-batıcı zihniyet en haşin haliyle bizi hedef almıştı. Elbette diğer İslamcı yapılar da az-çok hedefteydi. Meşhur kıvraklığı ile Gülen istisna edilebilir bundan. Fakat daha sonra Salih Mirzabeyoğlu’na karşı rejimin nasıl bir intikâm hissiyle hareket ettiği verilen İDAM cezasıyla görününce O’nun istisnaî durumu anlaşıldı. O milletin meçhulü olan bir sebepten 28 Şubat’ın tüm faturasını Müslümanlar adına sırtlanmıştı. İşin garibi milletin bundan haberi yoktu. Veya haberi olanlar 28 Şubat’ın taze şartlarında çaresizlik ve cesaretsizlik içinde şaşkınlık yaşıyorlardı. 

2005 yılı demiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa biraz öncesinden başlamak üzere “yeni” döneme dair tartışmalar, arayışlar birbirinden uzak düşmüş ve kopmuş insanlar arasında internetin sağladığı imkânlarla konuşulmaya, paylaşılmaya başlanmıştı. Zan ediyorum bu yıllar bir çoğumuz için bilmediğimiz, daha önce duymadığımız “hayal”lerimizden farklı yönlerin de varlığından en sarsıcı haliyle tanıştığımız yıllar olma özelliği de taşıyor. Diğerleri gibi uzun bir sessizlik içinde geçen bu ara fasıl sırasında ben de düşünüyordum. Ne olmuştu? Nasıl olmalıydı?..
Bilinen ve tanınanlarla ilk temas ihtiyacı böyle doğdu.. İçeriden çıkanlar vardı. 

Böyle bir süreç yaşadım. Süreç belli bir olgunluğa erdi. Tartışmalar fikir ve şahıslar üzerinden karışık bir manzara arz ediyordu. Gidip gelmeler artmaya başladı. Yeniden keşfedilen “eski” çevrenin insana telkin ettiği sukûtun etkisi altında dinliyordum. Neredeyse herkes için “kim”liğim meçhuldü. Tartışmalar internette forum sayfalarına taşınmıştı. Acımasız tenkitler, ithamlar, hakaretler içeren sözler yazılıp çiziliyordu. Bir arkadaşımın ısrarıyla ilk yazımı yazmıştım. Bu yazı sessizlik içinde geçen bir keşif dönemi boyunca olgunlaşan ve berraklaşan “yeni dönem”e ilişkin fikirlerimin sonucuydu. Yeri burası değil fakat en azından özel bir kanaldan teşvik manasında gördüğüm bir tasvib işaretini aldım. Bu güvenimi tazelemiş oldu. Açıkcası bir kriz dönemiydi. Diğer açıdan bir doğum sancısı, oluş humması.. 

Böyle bir sürecin tecrübesini yaşayan herkesin gördüğü ve görebileceği şeyleri, kişilikleri tanımış oldum. Aldığım en büyük ders, en keskin hakikatleri ve doğruları dile getirenlerle, hakikat ve doğruların arasında ne muazzam uçurumların olabileceğini anlamam oldu. Bunu BDFO bağlısı ve seveni gençliğe özellikle belirtmek isterim. İzahını yapamadıklarını tahmin ettiğim, öne çıkma konusunda gösterdiğim isteksizliğimi bir de bu yönden görebilmelerini dilerim. Yaşadıklarımı yaşamalarını istemem. Bu yüzden merkezinde en önce “ahlâk”ın ve buna bağlı “fikir”in damgası olan bir kadro teşkili meselesi benim için esas oldu. Şüphesiz liderlik önemlidir. Bu söylediklerimin bu konuyu önemsizleştirmek anlamına gelmediğini umarım anlarsınız. Yarın aralarından zamanın kendilerinden talep edeceği ve kaçamayacakları liderlik günleri geldiğinde dönüp bugün burada yazdıklarıma bakarak bana hak verecekleriniz olacaktır. Ümidim bundan ibaret.

Diğer bir husus ise “muazzam uçurum”un dile getirilen hakikat ve doğrular cephesine karşı sizde oluşturabileceği bıkkınlık ve soğuma halinden korunmayı öğrenmeniz gerektiği hususudur. Aksine tarihin ve zamanın bu türlü bir “fitne” döneminde böyle durumlar sizi kıymetliye sahip çıkma noktasında kamçılamalı. Bu konuda “cesaret” iyi ahlâkın şubelerinden. Bunu başaramayan ve kendi kovuğuna çekilen, kim bilir ne türlü ızdıraplar yaşadığı halde ancak bir kısmını anlatabilen insanların varlığına şahit oldum. Büyük Doğu Fikir Ocakları, BD-İBDA Dünya Görüşü’üne bağlı bir teşkilattır. Ve işte tamda bu “cesaret”in ürünüdür. Etrafınızda gözlerinizin şahit olduğu ve ancak bir ibret nazarıyla bakıldığında sırrını ele veren dağılış ve toplanışlara bu gözle bakınız. Hatta ademe mahkûm etmek için kıvranan zavalıların solucan kıvranışlarını da..

Böylece size öne çıkma hususunda isteksiz olunması gereken “nefs” ile öne çıkarılması gereken “ruh”u işaretlemiş bulunuyorum. İsminizi silin ve toplu zuhurunuzun belli bir “ahlâk” merkezinde müşahhas zemini olan teşkilatınızı öne çıkarın demiş oluyorum. Elbette bu inceler incesi bir anlayış ve kavrayış istiyor. Bunu sizden ümid etmek hakkına ancak siz bu hakkı bana teslim ederseniz sahip olabilirim. Bu yüzden “merkezî fakülte ahlâk” vurgusunu BD-İBDA külliyatı boyunca en sık tekrarlanan unsur olarak işaretlemek fırsatını da yakalamış oluyorum. Bir teşkilat kuru bir prensib işi değildir. Özellikle bizim teşkilatımız içe doğru “Allah İÇİN DOSTLUK” , dışa doğru “Allah İÇİN BUĞZ” samimiyetinin yuvası olabilirse bağlısı bulunduğunu iddia ettiği FİKRİN hakkını verebilir. Yani başın başı “ahlâk”… Aksi durumda şikayetçisi olduğumuz sinek vızıltısı sığlığına, ele gelmez “fikir” ölçülü (!) kısır döngülere girmemiz kaçınılmaz olur.

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber

Ey Kürt ve Türk Milleti !..

"Erkek fikir; kavramlar hangi kökten gelirse gelsin, o kavramlar içinde kendi mana evladını dölleyen fikirdir."

“Kılıçların gölgesiyle gölgelenen cennet, anaların ayakları altındadır!...”

Söz konusu olan “erkek fikir” ise, fikir en keskin kılınçtır. Kavramlar ise en verimli kadınları, ana namzedleri “erkek fikrin”.

Erkek fikrin şanı tecavüz etmemesi, kavramlara gönül huzuru ve neşesi ile kendisinin mana verimlerine beşiklik etmesini kabul ettirebilmesidir. Despot fikir, tecavüzcüdür, ondan kavram da nefret eder, evlatları da!... Despot fikir, işgalcidir, ondan millet de nefret eder, toprak da!.. Adeta kusar onu hayat, tecavüzcüsünün hatırası evladını doğuran ana gibi!.. Ana ve evlad masum, anlayın.

“Erkek fikir” aşkla bağlanmış bir nikahın temiz nesline, babadır. Evadları ve zevcesi üzerinde“Bey”liğinin ve “Baba”lığının gölgesi düşmüştür. İşte bu fetihtir!.. Bu ruhu anla!..

Anladıysan!.. Devam et...

Bundan tam 3 yıl önce böyle seslenmiştik köşemizden. Büyük Doğu'nun el attığı tüm mesele ve kavramlardan kendi mânâsını devşirmesi hakikatine bir nişane olmak üzere böyle bir sıfata bürünmek mesuliyetini ihtar etmek için.

O gün yahudî ırkçılık anlayışından neşet etmiş, adeta dişi ellerde oluşumunu tamamlamış ve çeşitli görünüşler altında Yahudî zihniyetini "Türk" rahmine yerleştirmiş ve yine "Türk"markası altında yeni diye sunmuş bir idrak galatına el attığmız için, bizi ayıplayanlar bugün ne haldeler ?.. Güyya keskin fikirleriyle esip gürlerken şimdi izi bile yok. 

O gün dediğimizin gereği olarak el attığımız "Türk" meselesi, bugün Büyük Doğu Fikir Ocakları'nın yolunu döşediği imkân sayesinde "Müslüman Türk" hassasiyetine doğru aşısını tekrarlamış ve bereketini her adımda görmektedir. Dün pek bir tavizsiz olduğunu söyleyenlere de sermayesini vermek büyüklüğünü de göstererek. 

Şimdi ise Salih Mirzabeyoğlu'nun "Kürt" mefkûresine el atışının üzerinden bilmem şu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, bu el atışı mevzuular boyu zenginleştirecek ve doğuşunda bizzat Üstad'ın aşısının ürünü olan "Müslüman Türk" ile "Müslüman Kürt"ü TEZATSIZ birBÜTÜNe kavuşturacak, devrimci bir anlayışın nasılını göstermek yolundadır... Elbette bu şimdilik iddia ve yaşanılacak tecrübenin sonucunda görünecek bir husustur.

Bu yeni el atışta da dün olduğu gibi "HERŞEY ALLAH İÇİN ve BÜYÜK DOĞU ADINA" dır. 

Bu gözle;

Ey Müslüman Kürt Milleti !..

Sen Allah'ın tarihte ve bugün sana nasip ettiği "müslümanlık" vasfıyla, hep kahramandın ve kahraman kalmak borcu altındasın. Yahudî tarikiyle "Türk" markası altında senin düşman diye tanıtılman, bu "KAHRAMAN"lığın sana bügün kesilen faturasından ibarettir. Bu tazyik ve telkin altında "Kemalist""IRKÇI" ve "BATICI" çalışmalarla idrakleri iğdiş edilmiş kardeşinin (!) eliyle katledilmek gibi fecilerin en fecisi bir akıbet sana yaşattırıldı. 

Sen ilk defa bunu sezdiğin ve kardeşinin som "müslümanlık" vasfından sıyrılmak tehlikesini gördüğün an iki kahraman evladınla kardeşine el uzattın. Büyük Kürt İrfanı'nın yetiştirdiği Said-i Kürdî Hazretleri ile Şeyh Said bunlardan ikisidir. Bugün eğer "Kemalist" yahudî taktiğinin elinden imanını kurtaran "Müslüman Türk" diye bir şey varsa bunda özellikle Said-i Kürdî'nin muazzam fedakârlığını görmemek ne mümkün!.. Bunun yanında Şeyh Said, aynı Kemalist Yahudî taktiğinin ancak Kürt illerinin de sınırları içerisinde muhafaza edildiği şartlarda uygulanabilecek "Müslüman Türk"ten, "Yahudi Türk" elde etme asimilasyonuna karşı ilkKÜRT İSLAMCI reaksiyonuyla, bugünlere sirayet eden bir dalganın tohumunu attı. Bu tohum"Kemalist-Yahudi" tezgahının tekerine öyle bir çomak soktu ki, her adımda iflas eden bu projeye nisbetle kurtuluşumuzun ancak İslam olabileceği şartları sayesinde yaşıyoruz.

Ey Müslüman Kürt Milleti !..

İşte temelinde bu iki kahramanın yattığı ve adına "KÜRT MESELESİ" denilen mesele seninİSLAM AHLÂK ve ŞERİATI'na bağlılığından doğdu. Çünkü bütün örf, dil ve hususiyetleriyleKÜRT "İSLAM" demekti. Ve işte sen bu yüzden KÜRTLÜĞÜNDEN koparılarak ya "YAHUDİ TÜRK" veya tersinden "YAHUDİ KÜRT" zihniyetine bağlanmak istenildin. 

Ey Müslüman Kürt Milleti !..

Müslüman Türk kardeşinin aynı vasıf ve hususiyetlerinden dolayı operasyonlara uğradığı bu demlerde, bizzat vurulman ve sürülmene rağmen yaptığın bu fedakârlık karşılığında bugün, tersinden bir öfke nöbetinin istismar edilmesi yoluyla sana yaşattırılan benzer bir felaketin karşılığı olarak vurulmamıza ve sürülmemize rağmen sana BÜYÜK DOĞU elini uzatıyoruz.

Bu el "Yahudileşmiş Türk"ün değil, "Müslüman Türk"ün elidir ve sana bir vefa borcudur. Müslüman Türk için Said-i Kürdî nasıl kanı ve canıysa, Şeyh Said nasıl kanı ve canıysa, nasıl namusu ve şerefi, namusu ve şerefiyse, BÜYÜK DOĞU da senin için öyle kan, can, namus ve şereftir!..

Ey Müslüman Türk ve Kürt Milleti !..

Sizin için "Yahudileşmiş Türk ve Kürt" iki ayrı baraj kurdu. Yahudi elinin ürünü olan bu barajın tuttuğu su, "Müslüman Kürt ve Türk"ten ibarettir. Gücünü, şevkini, benzersiz güzelliği ile kavim hususiyetlerini, birbirini tepelemek, eritmek ve harcamak için kurulmuş bu iki baraj TC ile PKK'dır. 

İşte BÜYÜK DOĞU bir taraftan "Müslüman Türk"ü besleyerek TC barajını, diğer taraftan da"Müslüman Kürt"ü besleyerek PKK barajını yıkmanın ideolojisini kuran İSLÂM temelli tek Dünya Görüşüdür. 

YIK BARAJLARINI ZİHNİNDEN BAŞLAMAK ÜZERE!..

Bugün Bolu'da ağırlaştırılmış müebbetle zindanda bulunan MUTKΠaşiretinden, Seyyid Abdulhakim Arvasî Hazretleri'nin yetiştirdiği Müslüman Türk Üstad Necip Fazıl Kıskürek'in yetiştirdiği Müslüman Kürt Salih Mirzabeyoğlu bu ruhun son halkası olarak İDEOLOJİSİYLEsesine ses bekliyor!..

NOT:

"Ümmet, Varlığın Tâcı'na mânada tabi olanların dâiresi; millet de bu dâirenin insan kadrosu. Bizde kavim yerinde kullanılan bu anlamı yerli yerine iâde etmek ve millet deyince hatıra İslâm milletinin geldiğini bilmek lâzımdır. Nitekim «küfür tek millettir» ölçüsü bu nükteyi ifâdelendirir.
Arap, Fars, Kürt, Türk vesâire milletleri yok, kavimleri vardır. Ve hepsi birden İslâm dâiresi içindedir. İslâm milletinden...
Bugünkü İslâm milletinin, içinden ve dışından İslâm Nizâmını yepyeni bir ifâdeye kavuşturmayı dileyelim ve bunun duâsını edelim. "

(Necip Fazıl Kısakürek / İman ve İslâm Atlası s52)

Abdullah Kuloğlu / Büyük Doğu Haber