8 Temmuz 2013 Pazartesi

MODERN FİRAVUNUN BÜYÜSÜ DEMOKRASİ’Yİ MUSA’NIN TORUNLARI BOZDU!

(Yeni Şafak için 06.07.2013'de yazılmış bir yazım. Mısır'daki İslamî koalisyonun batı-siyonist darbe karşısında yaşattığı zaafı da son paragrafta çok kısa bir biçimde belirttim ve teklifimi de yazdım. Bu sabah aynen beklediğim gibi süreç başladı! Bu darbe barışcıl gösterilerle geri adım ATAMAZ, sebebini hem bu yazıda hem de http://fikirperver.blogspot.com/2013/06/dunyada-ve-ortadoguda-erdogan-neye.html de yazdığım yazılardan görebilirsiniz.)



Daha önce bu sayfada yazdığım “Dünya'da ve Ortadoğu'da Erdoğan Neye Tekabül Ediyor?” başlıklı yazıda özetle, Osmanlı bakiyesi sahanın soğuk savaş ertesi doğan boşluğu doldurmak üzere batı tarafından doldurulmak istendiğini belirtmiştim. Bu amaçla, batı ile uyumu sağlayacağı düşünülen “muhafazakâr demokratik” rejimlerin bölgeye hakim olması temelli bir stratejinin son 10 yıldır açıktan uygulandığını, buna karşılık Siyonist devlet İsrail’in böyle bir stratejinin bölgede İslamî uyanışı tetikleyeceği gerekçesi ile bu stratejiye karşı çıktığını söylemiştim. Siyonist İsrail merkezli odağın, parçalanmış ve ihtilafları derinleşmiş bir İslam dünyası taraftarı olduğunu ve bu amaçla şahin bir politikayı dayattığını da ilave etmiştim.
2000’li yılların başından bugüne özellikle Körfez Savaşları sonrası,  Siyonist İsrail’in dayattığı bu politika konusunda desteğini çeken ABD ve İngiltere (Anglosakson Liderliği), “muhafazakâr demokrasi” temelli “yumuşak güç” metoduyla bölgede var olan ılımlı-uyumlu İslamî yapılarla ittifaka girdiler. Türkiye’nin tarihî tecrübesi ve geçmişiyle “muhafazakâr demokrasi” konusunda örneklik teşkil edebilecek altyapısı dikkate alındı ve bu strateji Türkiye’de uygulanmaya başlandı.
Bu arada “Arap Baharı” zaten yıllardır kaynayan “İslam ve Özgürlük” temelli gerilimi soğuk savaş ertesi başlayan değişimin de etkisiyle Batı’nın da beklemediği bir zamanda patlattı. Bu şartlarda Batının elinde Türkiye üzerinden yürürlüğe soktukları batı ile uyumlu –terbiye edilmiş- “muhafazakâr demokrasi” illüzyonlu hazır bir reçeten başka bir şey yoktu. “Arap Baharı” bu yönde istismar edilmeye çalışıldı. Özellikle Mısır söz konusu olduğunda, İslamî örgütlülüğün en yoğun ve güçlü olduğu bu ülkede kendisinden emin olunan ordu-yargı-iktisadî aktörler kontrolünde bir geçiş denemesine kapıyı araladılar. Arap Baharı Suriye üzerinden Ortadoğu coğrafyasına giriş yaptığında henüz emin olamadıkları bu stratejinin riskleri belirmeye başlamıştı. Bundan özellikle İsrail ve Körfez Ülkeleri fena halde rahatsız oldu. Çünkü uzun vadede bu sürecin aleyhlerine dönebileceğini ve kontrolden çıkabileceğini ısrarla söyleyen onlardı. Hem Türkiye’nin son 10 yılın 2 yıllık hem de Mısır’ın son 1,5 yıllık tecrübesi ve hem de İsrail ve Körfez Ülkelerinin şiddetli ihtar ve tehditleri neticesinde Anglo-Sakson Liderliği pes etmek zorunda kaldı. “Muhafazakâr Demokrasi” temelli strateji masadan çekildi ve bunun ilk somut göstergesi Suriye’de görüldü. Çünkü en zayıf halka Suriye idi.
Bugün ikinci zayıf halka Mısır’da, Siyonist İsrail ve Körfez Ülkelerinin itelemesi ve Anglosakson Liderliğinin tasvibi ile bir askerî darbeyi birlikte seyrediyoruz. Açıkçası bu durum Batı’nın çaresizliğinin bir eseri olmuştur. Modern Firavun’un büyüsü “Demokrasi” meydan okuması, Hz.Musa’nın torunları tarafından kabul edilmiş ve bu meydan okuma eşsiz bir biçimde yutulmuştur. Hz.Musa’nın asasının yılana dönüşüp sahte yılanları yutması gibi. İşte bu vaziyet karşısında Modern Firavun dünya elitleri geri adım atmış fakat yenilgiyi kabul etmemiştir.

Ne Yapmalı?

Bugün Mısır’a daha yakından baktığımızda, batıcı-siyonist askerî darbenin İhvan hareketi özelinde Mısır İslamî koalisyonuna doğrudan bir müdahale yapmaktan uzak duracağını, buna karşılık sivil taraftarları ile İhvan’ı çatıştırma yolunu tercih edeceğini bekleyebiliriz. Böylece batıcı-siyonist darbe İslamî koalisyon ile arasına sivil bir kalkan inşa etmiş olacaktır. Bu büyük bir tuzaktır. İslamî koalisyon kesinlikle bu tuzağa düşmemelidir. Diğer bir tuzak ise, batıcı-siyonist darbenin “barışcıl gösteri” ile kendisini bağlayan İslamî koalisyonun bu zaafından yararlanarak –şüphesiz güçlü bir dış desteğin verdiği bir güvenle- çok çeşitli mevzilenmelere fırsat bulabilen durumudur. İslamî koalisyon batıcı-siyonist olmak suçlamasıyla darbecileri hedef alan “barışcıl gösteriler” yanında mutlaka “halk şiddeti” seçeneğinin de hakkını mahfuz tutmalı ve bunu hissettirmelidir. Bu darbecilerin çöreklendiği ordu ve emniyet güçleri içindeki halis unsurlara cesaret verecek ve darbecilerin çözülmesini hızlandıracaktır. Mursi’nin tavisiz ve pazarlığa yanaşmaz tutumu gayet yerindedir ve kendisiyle birlikte temsil ettiği İslamî koalisyonu bağlayacak dolayısı ile batıcı-siyonistlere bir kurtuluş ümidi vehmettirecek bütün yolları kapatmıştır. Mısır’da İslamî koalisyonun kendisini bağlayan “barışcıl gösteri” zaafı hariç tutulursa takip ettiği kararlı ve inatçı tutum darbecilerin dayanağı ordu ve emniyeti güçlerini çözücüdür ve yerindedir. İslamî koalisyon örgütlü terör yoluna girmeden bu güçler üzerinde bezdirici ve yıpratıcı “halk şiddeti” seçeneğini yer sarsıcı bir biçimde kullanmaktan çekinmemelidir. Filistin İntifadası tecrübesi bu konuda iyi bir örnektir. Hem barışcıl gösteri hemde sarsıcı halk şiddeti eşliğinde darbecilerin batıcı-siyonist vasfı Mısır kamuoyunda özellikle sosyal medya ve milyonluk halk sloganları üzerinden deşifre edilmelidir. Kısaca barışcıl sivil hareket ile halk şiddeti karması eşliğinde yoğun bir propaganda kaçınılmazdır. Aksi halde geri adım atılması mümkün olmayan Mısır’da dış desteğin gücüne dayanan batıcı-siyonist darbe hükümeti, halkı maddî desteklerle ve rahatlamalarla yanına çekerken, eninde sonunda sivil taraflar arası çatışmaya sokarak tek örgütlü güç olarak kendisinin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu kabul ettirecektir.

29 Haziran 2013 Cumartesi

DÜNYA’DA VE ORTADOĞU’DA ERDOĞAN NEYE TEKABÜL EDİYOR?

(Yeni Şafak Gazetesi için yazılmıştır)

İnsan davranışlarının tümü ulvî veya suflî bir gayeye erişmek iradesinden doğar. Ve yine basit veya karmaşık usûller belirtir. Bir annenin çocuğunu terbiye etmesinden tutun, devletlerin teşekkülüne ve genişleme isteğine kadar bütün insanî faaliyetler bir gaye ve bu gayeye ulaşmak için takip edilen politikalar halinde resmedilebilir. İster fert planında isterse milletler çapında ele alınsın bu böyledir.

Bu gözle bakıldığında belli bir insanı veya topluluğu diğerlerinden ayıran ana ölçüler onun eşya ve hadiseler karşısında takındığı ben tavrından süzülebilir. Bu tavır bize o insan veya topluluğun niçin var olduğunu izah ettiği kadar, nasıl var kalmak istediğini de gösterir. Eğer söz konusu olan devletler ise, o devletlerin kendilerini izah eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını dayadıkları dünya görüşleridir.  Strateji ve politika dediklerimiz de işte bu dünya görüşlerinin hakimiyet sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla alakalı olup temeli güç teminidir.

Yani eğer devletler ve devletler arası bir konuyu anlamak istiyorsak, öncelikle ideallerini bize tutarlı bir bütün içinde izah etmek iddialı dünya görüşlerini ve sonrasında da -şüphesiz bu dünya görüşlerinin de ölçülerine uygun- güç temin etme yollarını ve yöntemlerini tanımak mecburiyetindeyiz.

Böyle bir bakış açısıyla günümüze baktığımızda yaşadığımız coğrafyanın ve dünyanın geçirdiği değişim karşısında durumumuzun bize gösterdiği nedir? Şüphesiz böyle bir soru birbiriyle alakalı ve içiçe bir çok sorunun cevaplandırılmasını gerektirir. Bu sayfada böyle bir imkâna sahip olmadığımız için okuyucudan ricamız, bu yazıda icmalen ve peşin ifadelerle geçeceğimiz bazı konu ve kavramların detaylarını araştırmaları olacaktır.

Ortadoğu özeline baktığımızda bölgenin sakini devletlerin yanında, dünya devletlerinin de faaliyet sahası oldukları bilinen bir gerçektir. Bölge devletlerine baktığımızda hemen hemen hepsinin Osmanlı bakiyesi olduklarını ve 20.yy İngiliz hakimiyetinin güdümünde şekillendiğini biliyoruz. 2. Dünya Savaş'ı sonrası ABD'nin İngilizlerden devraldığı dünya hakimiyeti döneminde İsrail'in kuruluşunu istisna kabul edersek mevcut statükonun değişen rejimler farkıyla korunduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Soğuk Savaş şartlarının bölge devletlerini baskılayan döneminin kapanışıyla birlikte hem AB hem de ABD için doğan otorite boşluğunun doldurulması temel mesele haline geldi. Doğu Avrupa'nın AB'ye bağlanması en az Berlin Duvarı'nın yıkılışı kadar basit ve kolay gerçekleşti. Çünkü Doğu Avrupa için öngörülen "liberal-demokrasi" temelli birlik projesi, hem hayat tarzı hem de buna bağlı kültür olarak Avrupa hayat tarzı ve kültürünün doğal ve tabiî bir uzantısı idi ve henüz Sovyetlerin çöküşü ertesinde buna direnebilecek güçlü bir Rusya yoktu. Yani Doğu Avrupa için hem iç hem de dış dinamikler gayet müsaitti. Fakat aynı durumun Osmanlı bakiyesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika için aynı rahatlıkla gerçekleşemediğini görüyoruz. Bunun çeşitli sebepleri var elbette.

Biraz geriye dönelim. Soğuk Savaş döneminde bütün dünya iki kutuplu bir düzen belirtiyordu. Osmanlı bakiyesi bölge de buna bağlı olarak şekillenmiş, ittifak ilişkileri belli bir dengeye oturmuş bulunuyordu. Dünya liberal demokrasiler ile sosyalist-ulusalcı cumhuriyetler arasında bölünmüş bir durumda idi. Kıyasıya yürüyen mücadele şartlarının tazyiki altında liberal-demokrasiler bile sıkı bir güdüm altında bulunuyordu. Mücadelenin şiddeti dünya görüşü önceliklerini bastırmış strateji ve politik çekişme öne çıkmıştı. Bu şartlarda dünya görüşüne ters de olsa esas hasmı zayıflatıcı ve yıpratıcı stratejik ve politik destekler kabul görüyordu. Örneğin Abd'nin askerî darbeleri desteklediği, bazı Emirlik idarelerine koltuk çıktığı hatta Afgan Cihad'ına omuz verdiği görüldü. Yeşil Kuşak Projesi gibi stratejik kuşaklar tasarlanmıştı. Soğuk Savaş dönemi sonlanınca, öncesi döneme ait makûl strateji ve politikaların devam ettirilmesi elbette mümkün olamazdı. Şartlar değişmiş, esas hasıma (!) boyun büktürülmüştü, şimdi sırada açılan alanın hazmedilmesi meselesi vardı. İşte bu yeni mesele karşısında "liberal-demokrasi" bloku içinde yer alan müttefik güçler arasında soğuk savaş döneminin baskıladığı farklılıklar açığa çıkmaya başladı. Daha doğurusu iklim bu farklılıkların ve iç çekişmelerin artmasına müsait hale geldi. Doğu Avrupa, Rusya'nın hayat alanını daraltmak ortak menfaati gereği derhal ele alındı ve AB'ye dahil edildi. İzah ettiğim gibi iç ve dış siyasî, içtimaî ve harsî yapısıyla Doğu Avrupa pişmiş aştı. Fakat iş Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya geldiğinde ortada pişmiş aş değil, soğuk savaş kalıntısı strateji ve politikaların her iki bloka ait kalıntıları vardı. Üstelik bu kalıntıların hükümranlığı altında boylu boyunca bambaşka bir duygu ait olan büyük kalabalıklar uzanıyordu. Bu duygu birliği içindeki hat Fas'tan başlıyor ve Afganistan'a kadar uzuyordu. Bu bölgenin bu kalıntılar eliyle kontrol edilmesi soğuk savaş şartlarında düşman korkusuyla mümkündü. Sovyetler İsrail'e karşı Arapları desteklemişti, Abd Sovyetlere karşı Afgan Cihadını desteklemişti.. Her iki destek de tabanda uyuyan İslamî fayı yerinden oynatmıştı. Bölge halkları ve politik halk liderleri bütün soğuk savaş dönem boyunca olup bitenlerden muazzam bir tecrübe ve bilgi birikimine sahip olmuştu. Böylesi bir ortamda Osmanlı bakiyesi sahanın ne şekilde ele alınması gerektiğine dair çeşitli görüş farklılıkları ortaya çıktı. İsrail devletini önceleyen siyonistler, kesin bir dille bu coğrafyanın daha ufak dilimlere bölünmesini ve mevcut devletlerin parçalanmasını savundular. İsrail'in güvenliği için bu şarttı. Böyle söylüyorlardı. Hedef ise vaad edilmiş toprakların ABD ve AB eliyle yutulacak dilimlere ayrılmasıydı. Siyonistler, Abd ve Ab üzerindeki hakimiyetlerini de kullanarak ilk dönemde Körfez Savaşı vesilesiyle bütün "liberal-demokrasi" blokunu buna sevk ettiler. Irak eşi görülmemiş bir biçimde yıkıldı! İran sessiz ve gizli desteğini verdi. Bütün Emrilik idareleri bu operasyona katıldı. Saddam'ın güçleri ezildi. Beklenen, Irak halkının "demokrasi" adına ezilmiş Saddam'ı devirmesiydi. Halk buna yanaşmayınca 2.Körfez Savaşı'yla bizzat Abd-İngiltere ama bu sefer daha az bir destekle Saddam'ı devirdi. Bir kalıntı temizlenmişti. Fakat beklemedikleri bir tepki ve manzarayla karşılaştılar. Abd ve Batı nefreti, soğuk savaş dönemine ait verilerle birleşince bütün Osmanlı bakiyesi sahaya yayıldı. Irak'a demokrasi gelmedi. Batı, kültür kodlarına uymayan bir çok meseleyle başbaşa kalmıştı. İktisadî maliyeti de cabasıydı.

Irak tecrübesi, özellikle Abd ve İngiltere derin devleti üzerinde ciddi tesirler uyandırdı. İsrail devletini önceleyen Siyonistler prestij kaybetti. Anglo-Sakson devlet sekreteryası (Abd-İngiltere-Ilımlı Siyonistler), şahin Siyonistler'den farklılaştı. Parçalanmış bir Ortadoğu projesinin kendilerinin faydasına olmadığını seslendiren güçler öne çıktı. Parçalanmış Ortadoğu Projesi yerine uzun vadeli demokratikleşmiş ve birleşmiş bir Ortadoğu projesine kafa yordular. Çalışmalar neticesinde Büyük Ortadoğu Projesi denilen bir nüve oluştu. Bunu Genişletilmiş Ortadoğu Projesi şeklinde geliştirdiler.

Mesele şuydu; eğer askerî güç kullanımı yoluyla bu kalıntılar temizlenmeye çalışılırsa bu radikal islamcı odakların kitleselleşmesine sebep oluyordu. Irak tecrübesi bunu gösterdi. Eğer doğrudan demokrasiye geçilirse de bu sefer seçim yoluyla iktidara gelecek yine islamcı partiler hazır devlet gücünü ellerine geçireceklerdi. Dolayısı ile birinci yol kesinlikle ümit vaad etmiyordu, ikinci yol ise ancak iktidara gelecek olanların zihniyetlerine bağlı olarak makûl sonuçlar doğurabilirdi. Fakat bunun için bölgeye model olabilecek bir tecrübe gösterilmeliydi. Osmanlı bakiyesi devletler içerisinde en uygunu kısmen daha eğitimli ve demokrasi konusunda ideolojik olarak daha hazır görünen aydınlarıyla Türkiye idi. Üstelik Türkiye batıyla iktisadî ve siyasî entegrasyonu itibariyle yarı yarıya pişmiş sayılırdı. Türkiye'de kemalist-ulusalcı yapının ipi böylece çekildi, muhafazakâr demokratik dönüşümün yolu açıldı.

Dışta Anglo-Sakson Devlet aklı (ilavesiyle ılımlı siyonistler ) ile içte 28 Şubat tarafından sıkıştırılmış Türkiye İslamî yapısı arasında bu şartlarda bir ittifak doğdu. İşte bu ittifakın açtığı "hayat alan"ı üzerinden hem Ak Parti içte hem de Türkiye dışta son 2 yıla kadar pürüzsüz bir yükseliş trendi yakaladı.

İsrail'in Gazze Saldırısı, peşinden yaşanan Davos Krizi, Mavi Marmara Hadisesi ve elbette Arap Baharı'nın beklenmedik bir zamanda patlak vermesi gibi peşi sıra yaşanan olaylar, Türkiye'nin yıldızını parlattı. Bölgenin hafızasında yüklü batıya karşı bir “islamî büyük doğu” fikri ve ideali, ruhen su yüzüne vurmaya başladı.

Tunus'ta başlayan, Mısır ve Libya'da devam eden "Arap Baharı", Batının ihtilaflı bu iki kanadı açısından özellikle Mısır ayağı ile birlikte bir muhasebeye sebep oldu. Türkiye'nin yaşanan süreci yönlendirme çabasıyla birlikte “model ülke” olma vasfı şüpheyle karşılanmaya başlandı. Türkiye artık "şüpheli ortak" idi.

Arap İsyanlarının son halka olarak Suriye'ye sıçramasıyla birlikte hem Anglosakson kanat hem de Siyonist kanat frene bastı. Türkiye Anglosakson kanat tarafından oyalanma taktiği ile sürüncemede bırakıldı. Türkiye ile İsrail arasında Obama'nın arabuluculuğu ve teşvikleriyle ortaya konan barıştırma çabalarıyla bu durum takviyelendi. Amaç yanlız bırakılan Türkiye'nin 900 km sınırı olan Suriye konusunda bile tek başına tayin edici bir güç olmadığını göstermek ve bunun üstüne İsrail ile barışarak Osmanlı bakiyesi halklar nezdinde itibarını sıfırlamaktı. Diğer amaç ise Türkiye'yi özellikle Suriye İsyanı'nın ilk dönemlerinde Suriye'den uzak tutarken, İran ve Hizbullah'ın Suriye'de mevziilenmesine vakit tanımaktı. Böylece Suriye vesilesiyle Türkiye itibarını kaybedecek, Arap Baharı'nın akıllara düşürdüğü bölgenin tekrar tarih sahnesine dönme ümidi, sunni-şii fay hattının Türkiye ve İran liderliklerinde oynatılmasıyla sindirilecekti. İran, Körfez Savaşları sayesinde amansız düşmanı Saddam’dan kurtulmuş ve hatta bölgede Şiilik üzerinden hakimiyet sahasını genişletmişti. Rusya, Doğu Avrupa’yı kaybetmişti. Ortadoğu’yu kaybetmek istemiyordu. Çünkü eğer batının Ortadoğu’da kendisine müttefiklik edebilecek unsuları düşerse, sıranın Gürcistan-Azerbaycan-Kafkasya- Türkî Cumhuriyetlere geleceğini biliyordu. Rusya açısından özellikle Suriye “sıcak deniz” Akdeniz hakimiyeti için Kıbrıs’la birlikte çok önemliydi. İsrail merkezli Şahin Siyonistler İran ve Rusya’nın bu kaygıları üzerine oynadı. Böylece bölgede İsrail baş mesele olmaktan çıkacak, Türkiye ile Arap Baharının ağır topu Mısır’ın yeni idaresinin liderliğine karşı, Rusya destekli İran liderliği bölgesel bir bariyer olarak yükseltilecekti.

Batı, soğuk savaş ertesi bölgede doğan boşluğu iki zıt görüşe göre doldurmak istedi. Görüşlerden birisi “muhafazakâr-demokrasi” temelli birleşmiş bir Ortadoğu projesiyle müşahhas bir plana döküldü. Diğer görüş ise etnik-mezhebî temellerde parçalanmış bir Ortadoğu projesi şeklinde idi. Bu ikinci proje aynı zamanda İsrail’in “Yahudi” üstünlüğüne dayanan hegomanyasını tesis etme hedefine karşılık geliyordu. İran ise Şiiliği, Pers hegomanyasının stratejik bir manivelası olarak görüyor ve bu ikinci proje içinde gönüllü olarak yer alıyordu. Rusya ise aynı boşluğu İsrail’inde teşvikleriyle İran’a payanda olarak doldurmak yolunu tutuyordu. Türkiye’nin durumu ise “muhafazkâr-demokrasi” temelli birinci proje üzerinden bir açılıma dayanıyordu. İçte kürt açılımı ve dışta Suriye ve Kuzey Irak açılımları bu  temel hat üzerine oturmuştu. “Sıfır sorun” politikası işte tam da bu “muhafazakâr-demokrasi” temelli istikrar hedefine vurgu yapıyordu.

Böyle bir tasvir içinde dikkat edilirse bütün meselenin soğuk savaş ertesi bölgede oluşan boşluğun kim tarafından ve ne adına doldurulacağında düğümlü olduğu görülür. Bunun yanında bölgenin insan malzemesinin dayandığı ruh ile mevcut güçlerin dayandığı “dünya görüş”lerinin uygunsuzluğu da gayet açık olarak görülebilir. Türkiye’nin Erdoğan’ın şahsında “muhafazakâr-demokrasi” hattı boyunca ilerlerken bizzat Anadolu ve bölge milletlerinin bunu aşan ruhu adına yapıp ettikleri, Erdoğan ve Ak Parti iktidarını ittifak yaptığı Batı nezdinde “şüpheli” durumuna düşürmüş oldu. Hem Türkiye içinde hem de dışında “yapılmak istenen” ile  “mevcut hal” arasındaki uygunsuzluk ve hazırlıksızlığın doğurduğu güçlükler eninde sonunda bu ittifakı zorlayacaktı. Ve zorladı da!.. Fakat bütün bunlara rağmen Erdoğan’ın sessiz devrim olarak vasıflandırdığı devrimden, bir Fransız veya Bolşevik devrimi gibi takip edilmek istenen bağımsız ve müstakil strateji ve politikalara dayanak olabilecek bir “dünya görüşü”nün doğmadığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında “Muhafazakâr Demokrasi” ancak ve ancak iç ve dış kuşatmayı yıkmaya yarayan geçici (politik) bir alet olarak görülebilir. Aksine kurucu bir fikrî örgü olarak kabul edildiği yerde Anadolu ve Bölge Ruhunu tahrip edicidir. Ayrıca “şüpheli” duruma düşüldüğü açık olduğuna göre beklenmesi gereken terbiye edici ve hizalamaya dönük müdahaleler de bu yoldan gayet rahatlıkla yapılabilmektedir. Batı’nın “demokrasi” adına son 150 yıldır yaptığı ısrarlı zorlamalarının sebebi de budur!..

Son dönemde Suriye özelinde yaşanan gelişmelere bakıldığında bu tasvirin bütün taraf ve tezahürlerini gördüğümüz gibi, Türkiye’nin bütün iyi niyetine rağmen yaşattığı zaafı da görebiliyoruz.  Sadece Suriye özelinde değil, bilakis Türkiye içinde de yaşanan son hadiseleri ve iç aktörleri de bu tasvir içinde dış istinat noktalarıyla birlikte  manalandırabiliriz. Kim nereye dayanıyor, ne adına ve hangi idealin adamıdır görebiliyoruz.  Şii-Pers hesabına dayananları, Siyonist hesap adına maskeli olanları, Anglo-Sakson “muhafazakâr-demokrasi” temelli zihniyet dönüştürme çabası içinde olanları, Rus “Avrasyacılığı” peşinde koşanları.. Ve bütün bunların yanında bağımsız “derin millet duygusu”nun henüz fikirde bağımsızlaşamamış –zaaflı- millet temsilcilerini!..

Sonuç şudur; “Doğru düşünce (dünya görüşü) olmadan, doğru düşünce faaliyeti olamaz!..” 

Türkiye’de ve Bölgede yaşanan böylesi bir değişim dalgası içinde su üzerine vuran “Yeniden Büyük Türkiye, Yeni Osmanlı” Derin Duygusu, ancak bir derin dünya görüşü ve onun yeni derin devlet projesi ile karşılık bulabilir. Aksi halde Türkiye, “mevcut kötü”leri yıkma ve olması gereken duyguya nefeslenme aleti olabilecek “muhafazkâr-demokrasi” ile Erdoğan’ın şahsında hasım güçlerin ancak ve ancak malzemesi olabilir. Şu bir gerçek ki, Osmanlı bakiyesi milletlerin (Anadolu’da dahil) bu derin duygusuna rağmen belirttiği bu fikrî zaaf giderilmeden hedeflenen bir “İslamî Büyük Doğu”nun (Yeniden Büyük Türkiye’nin) başarılabilmesi mümkün değildir!..

Başa dönersek, eğer söz konusu olan devletler ise, o devletlerin kendilerini izah eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını dayadıkları dünya görüşleridir.  Strateji ve politika dediklerimiz de işte bu dünya görüşlerinin hakimiyet sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla alakalı olup temeli güç teminidir. Dolayısı ile Erdoğan ve Ak Parti’nin strateji ve politikalardan önce cevap vermesi gereken soru şudur; Hangi dünya görüşü adına güç temin edeceğiz? Türkiye’nin kimliği ve ben kimim sorusuna vereceği cevap ne olacaktır?! Anadolu ve bölgenin duygusu belli olduğuna göre bu duygunun kalıplaşacağı yeni devletin genetik bilgisi ne olmalıdır?


İşte Erdoğan’nın Dünya’da ve Ortadoğu’da neye tekabül ettiği ve edeceği bu sorulara vereceği cevaplarda saklı.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Yeni Şafak'ta gizli Ali Bayramoğlu ve Akif Emre Çatışması (!)

Akif EmreAli Bayramoğlu

Başlıkta Ali Bayrmoğlu ve Akif Emre'yi temsil ettikleri politik  tavırlar bakımından sembolleştirdim. Yanlış anlaşılmasın.

Yazılarımı takip edenler bilirler, ben Ak Parti iktidarına ilk dönemden beri verilen dış desteğin ve buna mukabil bugün aynı mahfillerin "gezi olayları" ile tavan yapan ihtar, hizalama ve yarım köstekleme çabasının esas amilinin  Meşrutiyetten bu yana Batının himaye ve kontrolünde sürdürülen "demokratikleşme" hedefi ile ilgili olduğunu yazıyor ve söylüyorum. O günden bugüne arada -yaklaşık 90 yıl boyunca- yine dış destekle yaşatılan Kemalist dönemin tam da bu hedef doğrultusunda Anadolu ahalsinin insan malzemesini hazırlama süreciyle ilgili olduğunu da ifade ediyorum. Bir nevî yumuşatma ve uzlaşmaya zorlama şeklinde..

Anadolu toprağı bu ara dönem boyunca batının asli hedefi olan İslamî hayat tarzı ve zihniyetinden tamamen temizlenmek amacıyla gözünde başa bela olarak görünen "ayrık otu" (!) İslamî bir zihniyetten temizlenmek istendi. Demokrasi sadece bir idare biçimi meselesi değil aynı zamanda insana, cemiyete ve devlete bakışta batılı bir hayat tarzının irfanını da şart koştuğundan batı açısından bu politika anlamlı ve isabetlidir. Zira Türkiye'de İslamî bir duygu ve hassasiyet taşıyan aydınların bir türlü anlayamadığı, anlasa da çözümüne dair bir şey söylemediği hakikat şudur ki; Siz isteseniz de istemeseniz de benimsenen bir idare biçiminin dayandığı felsefeyi, inanışı ve hayat tarzını da kabule mecbur kalırsınız. Ferden bunun aksi iddia edilse bile içtimaî dönüşüm bu yönde olur ve siz göz göre göre bunu seyretmek zorunda kalırsınız. Bu bakımdan ideolojik zaafın tanıdığı imkânı kullanan batının itikadî, ideolojik ve nihayetinde politik olarak demokrasi adına dayatmasının yine tersinden bir tesir yolu ile en nihayetinde itikadî bir çözülmenin de başat aracı olduğunun şuurunu yaşattığını kabul etmeliyiz.

Bu gözle bakıldığında Yeni Şafak Gazetesi'nde iki ayrı cephenin temsilcisi iki ayrı yazar ve yazdıkları dikkatimizi çekti. Bunlardan birincisi -90 yıllık kemalist güdüm dönemini- dönemin şartları itibariyle gerekli ve fakat "demokrasi" için kılan ve nihayetinde aşılması gereken diye işaretlerken, ikincisi kemalist güdüm dönemine doğrudan itiraz eden bir yerden yani müslümanlık merkezinden İslamcı bir hassasiyetle tasfiye edilmesi gereken diye ele aldı. Hem de aynı günde ve zeminde!.. Bahsettiğim isimler Ali Bayramoğlu ve Akif Emre. 

Ali Bayramoğlu'nun yazısı şu linkte; http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AliBayramoglu/acil-uyari-ihtiyaci-ve-fasit-daire/38300
Akif Emre'nin yazısı ise ; http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/her-devrin-dusunuru/38304

Yazılarımı takip edenlerin bildiği ve benim yazılarımı bildirdiğim Yasin Aktay, Hilal Kaplan, Cem Küçük gibi daha bir çok dertli kalemlerin de dolayısı ile şahitliğinde batının bu esasî gayesini tartışmaya açmak için uğraştığım biliniyor. Peşin fikir halinde söylersem "demokrasi" bütün çeşitleri ve görünümleriyle Anadolu'nun şahsında bütün ümmetin gırtalığına saplanmış bir ÇIPADIR!.. Makara da batının elinde!. Ve işin en hazin tarafı Kemalist-Ulusalcı kötü polis korkusuyla kurtarıcı diye biz bunu yuttuk. Elbette bu adî türden bir gönüllülükle olmuyor aksine samimi bir çabayla fakat zihniyet zaafından, ideolojik zaaftan oluyor.

Konumuza dönelim..

Batı, tasvirini yaptığım "demokratikleşme" politikasını birinci dönemde kemalist ulusalcı devlet elitinin sırtına taşıttırdı. Bu döneme güdümlü demokrasi, yani demokrasi ölçülerine gönüllü ve gönülsüz uygun davranma zoru altında duyguları ve değer yargılarını terbiye etme ve hazırlama dönemi nazarıyla bakabiliriz. Şüphesiz bu dönemin gerekliliği bir tarafa, teorik ve felsefi olarak demokratik olduğu söylenemez. Fakat modern düşünüş ve kodlama DAYATMA şartları altında MÜSLÜMANLARA da bu dönem sayesinde sindirildi. Ve ortaya muhafazakâr demokrasi, İslamî demokrasi gibi bir ucube doğdu. Buna karşılık Akif Emre'nin isabetle teşhis ettiği gibi duyguda müslümanlık referanslı geniş halk yığınları elde olsa bile, ideolojik önderlik Ali Bayramoğlu'nun temsil ettiği elitlere kaldı.

Bakın Ali Bayramoğlu, benim zaaf dediğim konuya, sonuçları bakımından gayet yerinde bir belirleme ile nasıl işaret etmiş. Diyor ki;

"Siyasi aktörüyle, basınıyla, ekonomik ve toplumsal unsurlarıyla iktidar çevrelerinin bu gerçeği farketmeleri, reform ve değişim (demokrasi adına-A.K.) taşıyıcılığındaki moral üstünlüğü kaybettiklerini görmeleri, kendi ürünleri olan seçkin genç bir nesli yitirmeye başladıklarını, 'iktidar alanını koruma vehmi'ne kapılarak hareket ettiklerini hızla anlamaları gerekir.

Buna karşılık Akif Emre liberal kibir dediği bu tutuma karşılık şunu söylüyor;

"Özellikle 1980'lerde başlayan ve 90'larda artık yükselişe geçip hemen her tür görüşten aydınlara sirayet etmeye başlayan liberal aydın tavrı yeni bir tipoloji oluşturdu. Bulunduğu konumu terk etmeden haklı olmanın, hatta taraf olduğu siyasal görüşten bile feragat etmeden her kesimden saygı görmenin altın formülü bulunmuştu; muhafazakarlar içinde ama liberal, sol ama liberal görüşleriyle tanınır…
......
Gerçekten Türkiye'nin küresel sistemle ilişkileri iyi okunarak siyasal zemin yakalanmış, toplumsal meşruiyeti olan bir siyasal hareket üzerinden neoliberal politikalar adeta tartışmasız ölçüler olarak vaaz edilmeye başlanmıştı.
Sadece neoliberal politikalar değil, liberal düşünce de adeta toplumun tüm hayatını kuşatan felsefi bir görüş olarak yegane hakikat gibi sunulmaya başlandı....."
Doğrusunu söylemek gerekirse, Akif Emre aktardığım son cümlesi ile ideolojik hakimiyetin hangi cenahta olduğunu işaretlerken, Ali Bayramoğlu'nu bir yönüyle doğrulamış oluyor. Akif Emre'nin şahsında bütün dert sahibi kalemlere, düşünürlere sormak istiyorum: Neoliberal düşüncenin (dünya görüşünün) mütemmim cüzzü olan "demokrasi" de dahil olmak üzere yegane hakikat gibi sunuluyor deniyorsa, Allah rızası için söyler misiniz bu görünen yegane hakikatin dışında "bizim mahallede" söylenebilen ne var?!..  Akif Emre yazısında demiş ki, halk tabanı olmayan bu neoliberallere mukabil, halk tabanı olan İslamcılar (!)..  El-Hak bu doğru ama bir duygu yığını olan kalabalıkların "aydınları" olarak bu duyguya İslamî ölçülere riayetle ve bugünün eşya ve hadiselerinin doğurduğu ihtiyaçlara uygun bir GÖMLEK biçtiniz mi? Yani neoliberal demokrasi, "katılımcı demokrasi", çoğunlukçuluk karşısında eni konu sadece "sandık kardeşim sandık" diyen ilkel bir demokrasi savunmasına bu yığınları sürüklemekten başka?!?!?.. 
Kaldı ki, Akif Emre'nin sancısına hak verir bir noktadan yazıyorum ve diyorum ki, bırak muhafazakârların yanında duran neoliberalleri, muhafazkârlar din olarak açıkca İslam derken -diyebilenler olarak- ideolojik olarak neoliberal bir çeşit olmaktan öte elle tutulur hangi farkı ortaya koyabilirler?.. Akif Emre öyle uzağa değil hemen yanı başında, sağında solunda duran ve hatta birlikte başını secdeye koyanlardan başlamak üzere en yakınından sormaya başlasın. Bakalım aldığı cevaplardan hani ideolojik çapanın gırtlağımıza kadar saplandığını dehşet gözleriyle gördüğünde Ali Bayramoğlu'na ne diyebilecek?.. 
Yasin Aktay'ın Mümtazer Türköne'ye verdiği cevaplarda da aynı belirsizlik, Mümtazer Türköne İslamcılık bitti derken göz önünde duran bir iç zaafiyeti tersinden işaretlemekten başka ne yapmıştı ki?.. Sadece Yasin Aktay değil kastım, batının bu temel ideolojik dayatmasına karşı hazır bir çözüm bilinmiyorsa bile en azından neye ihtiyaç duyulduğu ve bunun ertelenemez bir durum olduğu avaz avaz ilan edilmeli değil miydi? 
İşte tam da bu zaafın karşılığı olmak üzere doğru veya yanlış, Büyük Doğu İdeolocyası'nı gündeme alıcı bir yaklaşımla çırpınmam ve çırpınanlar, söylenişindeki ihiyacın doğruluğu bakımından bile görmezden gelindi..
Akif Emre'nin ve Ak Parti'nin çevresinde konum alanların, gayet doğru bir biçimde teşhis ettiği dış kaynaklı bir "sıkıntı"nın hedefi olan Sayın Erdoğan'nı "Yedirtmeyiz!..." tavrıyla gösterilen savunma reflesi şu haliyle, yani tam da bu iç zaaf bakımından hangi müşahhas tezahüre dayanmaktadır?!.. Bu iç zaafın ikmal edilemediği yerde "Yedirtmeyiz!.." tavrının da zaaflı bir meydan okuma olduğu görülemiyor mu?
Şurası bir gerçek ki Ak Parti iktidarının başından beri, ister gönüllü veya isterse Akif Emre'nin dediği gibi gayet pragmatik bir karşılıklı fayda anlayışına dayalı olarak ulusalcı otokratlara karşı yapılan bu ittifakın, ideolojik önderliğinin neo-liberal demokrat dünya görüşünde olduğu, buna karşılık ise Anadolu kalabalıklarının temsilcisi kalemlerin ve politikacıların payına ise ancak "duyguları"nı hizmete sunmanın düştüğü görülemiyor mu?
Şüphesiz bu "duygu" kıymetlidir ve bir kardeşlik hukuku doğuruyor. Fakat Akif Emre'nin de, Yasin Aktay'ın da, Hilal Kaplan'ın da, Mazhar Bağlı'nın da... vs "içini acıtması gereken" ideolojik hal de ortada!.. 
Sadece şunu söylemek bile yeterli, Allah aşkına biz Müslümanın, Kürdün, Türk'ün, Suriye'nin, Arap Baharı'nın, Filistin'in meselelerine "demokratik ölçüler" hasrının dışında bir çözüm biliyor muyuz? 
Ali Bayramoğlu gayet haklı olarak "Kürt meselesi demokrasi için "can simidi" olmaya ilerlerken.." başlıklı yazısında bu zaafı bildiğinden "komşusu" bizim mahalledekilere diyor ki; "Demokrasiden başka neyiniz var?" Haksız mı?
Sayın Erdoğan Davos'ta "One minute!.." derken, bunun iz düşümü olarak  "Yedirtmem!.." diyenlerin de dayanağı olan iman duygusuna karşılık Şimon Perez bir mülakatta aynen Ali Bayromoğlu'nun, AB'nin, hadi daha açık söyleyeyim"faiz lobisinin dediği iştirak ettiği gibi şöyle karşılık vermişti "Demokrasiden başka neyiniz var?" 
Eğer bir düşman ve hasım lobi aranacaksa, bu lobinin hasım ve düşman bildiği "iman duygumuz" gerçeğine karşılık pervasız bir aşağılama kastıyla içeriden ve dışarıdan seslendirdiği o küçümseyici soruda gizli olan gayesinde aranmalı bunun motivasyonu. 
Çoğunluk ve kalabalıkların koltuk altımızı şişiren durumuna gelince. Salih Mizabeyoğlu'nun dediği gibi " Bu millet büyük oynayanlarla büyük oynayabileceğini göstermiş bir millettir!.." gerçeğinin yanında durum şu;
"Demokrasiden başka neyiniz var?!.."diye alay eden sese karşılık, iman duygunuzla meydan muharebesi kazanabilir, yığınları sürükleyebilirsiniz ama MOĞOLLAR GİBİ yendiğiniz (!) hasmınızın ideolojisi içerisinde eriyip gidersiniz. Ve sonra şaşkın ortada moğol arar durursunuz.. Ve İslam dediğin de bir folklöre, ritüele dönüverir! 
Özetle söyleyeceğim şu ki, sancısı sancım Akif Emre'nin övündüğü ve üstünlük vesilesi kıldığı halk tabanı, cevabı ve sorusu herkese şamil olmak üzere söylüyorum; Moğol istilasına eş "çoğunluk" köpürtüsünden daha fazla NEYİ ile tayin edici olacaktır?!.. Kazlıçeşme'de 1 buçuk milyon değil, memleket sathında 50 milyon sizinle olsa bile!..

24 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Parkının İfşaa ettiği MARAZ!..




Nasıl kelimeler harflere dayanan ve ancak harflerle görünen ama farklı bir keyfiyet iseler, değişen eşya ve hadiselere dayanan ve ancak bunlarla görünen fikirler de ayrı ve müsatkil bir keyfiyet belirtirler. 

İster Arap Baharı, öncesi Turuncu Devrimler veya isterse Gezi İsyanı ele alınsın bir fikir adamının hadiselere bakışı ile politikacıların bakışı arasında daima bir kalite farkı vardır. Hakkı verilmiş bir mütefekkirliğin hakikati tespitte üstünlüğü ise açık!.

Hasretleri, iç sancıları, geçmişin kanayan yaraları, yani ümit ve kaygılarla içtimaî hafızası yoğrulmuş bir millet kadrosunu bir maden gibi işleten ideolojik düzenin adı liberal-demokrasi. Bu bir oyalanma oyunu. Aslî sorularımıza karşı deve kuşu tesellisi..

Kalabalıklar size hasretlerini , sancılarını, yaralarını, şikâyetlerini, korku ve ümitlerini icmali olarak ifade edebilirler. Bu bir hastanın sıkıntısını tarif etmesine benzer. Eğer bu hasta bir bebekse bu tarif, ateşiyle, renginin kaçmasıyla, yakıcı ağlayışları ile kendisini ifade eder. Ortada bir sıkıntı bir arıza vardır. İçtimaî çapa ermiş her türlü tezahürün ifade ettiği bir iç hakikat ve karşılık vardır kısaca. 

Bugün dünya sadece doğu coğrafyasıyla değil, batısıyla da muazzam bir bunalım ve hafakan yaşıyor!.. Dünya işlerinin zorunlu veya heves gel gitleri arasında herşeyin izahı var da, bizzat insanın izahı yok! Niçin varız? Varlığımızın mayasından, aklımızdan, kalbimizden, duygularımızdan fışkıran bu soru karşısında iflas etmiş bir dünyanın çaresizliği içerisinde "öfke" nöbetleri yaşıyor kitleler. Kitleler bebek gibidir. Size neye muhtaç olduğunu belki söyleyemez ama bugün bu bebeğin altı kuru, karnı tok, yatağı yumuşak diye bastığı çığlığa karşı takınılan kör tavra mukabil, bütün bunların dışında bir sıkıntısı olduğunu söylüyordur. Siz ister bunu görün isterse görmeyin bu böyledir.

Mihraksız ve idealsiz bir özgürlük rejimi olarak demokrasiler kitleleri bunalıma sürüklüyor. Bir taraftan inanmaya güvenini kaybetmiş, diğer taraftan ise bizzat aklın en temel varlık meselemize dair sukûtu karşında bunalmış ve yılmış dünya yığınları üst üste çalkalanıyor ve hareketleniyor. Bu insanlığın ağlamasıdır!..

Sürekli ve kesintisiz bir iç duygunun, sürekli ve kesintisiz bastırılmasıyla nereye kadar oyalanacağız?! Çekilen bu iç sancının tezahürleri karşısında müslümanların yaşadığı şaşkınlık doğrusu hayret vericidir. İster halde saklı geçmişe, isterse hale, isterse halde gömülü hayale-istikbale nisbetle bizzat bu en temel insanlık ihtiyacına karşılık gönderilmiş Peygamber'den haberli olanların bu tutucu ve tutuk tavrını nasıl izah edeceğiz?! 

Bir oyalama rejimi olan ahmâk ve mihraksız bir özgürlük düzeninden ibaret olan demokrasi saçmalığı insanlığı doyurabilir mi?!.. Batı'nın bir elek gibi arayıp taradığı ve bütün cins kafalarının "mücerret" planda MUTLAK MİHRAK ihtiyacına karşılık gelmek üzere mecburen SUN'Î İLKALARA sarıldığı yorucu, sonuçsuz ve bunaltıcı tecrübesinin neticesinde yine mecburen sarıldığı BİLİNEMEZLİK esasına dayalı bir rejim! Batının vardığı son nokta bu!.. Karnı tok, sırtı pek, yatağı yumuşak bebeğin ANNE diye çıldırasıya çığlıklarına karşılık tek çare nasıl olsa bir gün alışacağı varsayımı mıdır?!.. Annesiz bebek, Peygambersiz Ümmet olur mu hiç?!.. Agnostikliğe-bilinemezliğe zorla sığındırılan insanoğlunun hafakanlar içerisinde çizgi çizgi kırışmış yüzünden süzülen göz yaşına hadi diyelim batı inkârı sebebiyle mahkûmdur da, ya müslümanlar olarak biz niye mahkûmuz?! Biz agnostik miyiz?! Bilmiyor muyuz Peygamberimizi?.. Dolayısı ile bilinemezliğin düzen kurgusu içinde bizim ne işimiz var?

Gezi'de ve daha ilerisinde de infilâk edecek olan taze sürgünü olan millet kadromuzun genç çığlığını, bu çığlığın hasretini ve ihtiyacını ne zaman doğrudan karşılamanın hamlesine girişeceğiz!? Bizzat bu çığlığı ve bunalımı günden güne besleyen bizzat bu aşağılık ve idealsizlik idealine mahkûm demokratik zihniyet ve düzen değil mi? İdealler sırf ideal belirttikleri için güzel olamazlar!.. Her saçı uzun ve ahû gözlünün ANNE olmadığı gibi! İdealin hakikati İSLAM'DA! Bizim inandığımızdan şüphemiz mi var ki, bunun düzenini, sistemini, ahlâkını, hayat tarzını, aşkını ve vecdini yerli yerine koymaktan imtina ediyoruz. 

Demokrasi çürüyen ve ağrılı dişi tedavi değil bizzat damağa vurulan hatta beyne vurulan morfin!.. Bu yüzden ahmakça bir sırıtma manzarasına rağmen çürüme devam ediyor. Ve şimdi insanlık ağzı yumru kadar olmuş apsesiyle morfinin de kesemediği ağrılarla kıvranıyor.

Dost ve kardeşlerime sesleniyorum; Daha fazla demokrasi daha fazla bunalım, daha fazla  kıvranış, daha fazla  çürüme demek!..

Dış-iç komplo yönü ve olmayan yönüyle şu bu ne varsa, iç hakikati bu olan bir maraza dayanıyor! Bunun karşısında ise yine aynı zihniyet kirlenmesinin körleştirdiği ayrı bir körlük MARAZI VAR!

Salih Mirzabeyoğlu: Zalim olmaktansa Mazlûm olmayı tercih ederim..

(Milli Gazete'de yayınlanan Şükrü Sak'ın Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı röportajın tam metni!..)

-Efendim on beş sene oldu, dış dünyadan, ailenizden, toplumdan uzak?..
-Evet, on beş sene. Son dokuz senesi de hücrede, tecritte. Ağızdan kolayca çıkıveriyor; iki kelime dört heceden ibaret bir ses… Yazdıklarımız, anlattıklarımız okunuyor ve anlaşılıyorsa, bu iki kelimede ifâde edilen zamanın ne kadar dolu dolu, ne kadar ağır ve yoğun bir “yaşanmışlıkla” geçtiği-geçmeye devam ettiği- görülebilir. Yıllardan beri söyleyip durduğumuz; Zaman kadans dedikleri ahenk helezonuna vakıâların posasını değil de ruhunu yerleştirme işinden başka gaye tanımaz... Vakıâların posasını değil de ruhunu... Bu süreçte ortaya koyduğumuz eserler, zamanın ruhunu yakaladığımızın, zamanın gayesine uygun yaşadığımızın misâli köşe taşları… Anlaşılıyorsa ne âlâ...

-“Hukuk” ve “Mirzabeyoğlu”… Ne yan yana gelebiliyor, ne de birbirinden ayrılabiliyor. Bu ikisi aynı anda anıldığında, yargı paketleri ile cilâlanmaya çalışılan “hukuk devleti” imajı sönükleşiyor, sahte hukuk makyajı dökülmeye başlıyor?
-Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış. Bu dilden anlayan bir Allah’ın kulu da çıkıp; “iyi, doğru, güzel nedir ve onun adına neyi, hangi ahlâkı teklif ediyorsun?” demiyor. Tabii bunu sormak “sistem” ve “dünya görüşü” mevzunu anlamayı gerektiriyor. Üstad’ın Batı’yı tarif ederken; “Yunan aklı, Roma nizâmı, Hristiyan ahlâkı” diye, Batı’nın üzerinde yükseldiği temeli işaretleyen tesbitine kıyasla, buraya bakarsan ne göreceksin?.. “Osmanlı aklı” desen değil, “Osmanlı nizâmı” desen değil, “İslam ahlâkı” desen hiç değil. Sistem zaten onu yok etme üzerine kurulmuş. Ne kaldı geriye “temel aldığın?.” Yok. ‘Kuralsızlık bile kuraldan’ noktasına kadar incelen bir idrâkle mevcut duruma bakarsan, orman kanunundan başka bir şeyin geçerli olmadığı hemen görülebilir. Halbuki hukuk… Değil mi? Adalet onunla, mülk onunla, ahlâk onunla, ideale yaklaşmak onunla, devlet onunla… Meşruiyetinin dayanağı mânâsına… Bunları kaldırdığın zaman, devleti “örgütlenmiş ahlaksızlık” diye tarif eden Batılı aydına hak vermek gerekir. Tersinden ifâde ederken bile o; “ahlâk” veya “ahlâksızlık”… Bunu ahlâkın pıhtılaşması olan “hukuk” anlamında söylüyorum. Dün ‘kanun böyle’ deyip içeri atmışsın, bugün ‘değiştirdim kanunu’ deyip bırakmışsın… Bu kadar çok, bu kadar sık kanun değiştiren başka bir ülke var mı onu da bilmiyorum. Neyin suç olup olmadığı artık anlaşılamayacak hâle geliyor nerdeyse… Bunu şununla karıştırmamak lazım tabii ki; Hukuk, canlı, dinamik ve değişmez esaslar ve temeller üzerinde sürekli “değişen”, yenilenmesi gereken bir şey. Hayatın her ân yeniliği içinde bu tabii ve zaruri bir şey. Bu keyfe keder ‘suçlar icâd edip’, yine suç olan şeyleri keyfe keder suç olmaktan çıkarmak değil.

-Sizin dâvânız üzerinden örneklemek gerekirse?...
-Al sana hiçbir şekilde izâh edilemeyecek bir durum. Yeni Şafak’tan gelen gazeteci arkadaş soruyor; “Bu hukuksuzluğa ne diyorsunuz?..” Adı üstünde hukuksuzluk; yani suç. Ne diyeyim. Yapan orda, uygulayan burada, “Bu kadar hukuksuzluk karşısında ne diyebilirim ki” dedim. Siz gazeteci olarak bunu görüyorsunuz, öbürü bakan olarak, diğeri siyasetçi olarak, hukukçu olarak; herkesten ve her taraftan görülen hukuksuzluk. Bunu buradan düzeltmesi gereken de ben değilim. Hukuksuzluk suç değil mi?. Suçsa burada ne işim var. Farz edelim ki ben suç işledim. Sen, beni “suçlu” diye karşısına çıkaracağın hukuka uymuyorsun. Darbe, suç. Darbecilerin yargıya talimât vermesi suç. Ama talimâtla verilen karar doğru(!) Ee? Bunun böyle olduğunu Araştırma Komisyonu ile resmî rapor hâline getirdin?.. Darbecileri de “darbe yapmak suçundan” içeri attın… Şimdi sen de sorarsın; “Bu kadar çelişki karşısında ne diyorsunuz?..” diye… Ne diyeyim…
Türkiye’nin son on beş yıllık hukuk serüvenini benim üzerimden, benim aynamda seyredebilirsiniz… Şimdi bir de ben sorayım; Senin bu hukuksuzluk yapma imtiyazın nereden geliyor?.. Bu “imtiyaz”(!) başka birinin eline geçerse, sürekli çiğnediğin, üzerinden tankları geçirdiğin hukuka sığınıp, “hak ve adalet” dâvâsı güdecek misin!..
“Hukuk”u, bize karşı silah olarak kullanıp bizi boğmaya çalışanlara karşılık, biz dâvâmız, inancımız, imanımız gereği-kendi dünya görüşümüze bağlı olarak- “zerre-i miskal” hukuksuzluk yapmadık, yapmayız. Özellikle “Hukuk Edebiyatı” isimli eserimiz ve DGM’deki tarihî savunmamız, hukuk anlayışımıza dair, hukuk hassasiyetimize dair yeteri kadar ipucu verir… Hele “hukuk düzeni” adına yapılan hukuk dışı işleri göz önüne alırsanız, biz hep üstte, hak ve hukukun merkezindeyiz, onlara göre…

-Özellikle idâm kararı öncesi çok ağır işkenceler gördünüz, yaşadınız?..
-Evet, yaşadık ve yaşadığımızı da yazdık. Yeniden oralara dönecek değilim; ama şu kadarını söyleyebilirim; idâm kararını büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, idâm edecekler ve kurtulacağım diye seviniyordum. Düşünün yani, o kadar… O zaman kendilerini “devlet” zannedenlerin bugünkü acıklı hâli ortada; şimdi “hukuk-adalet” arayıp soruyorlar mahkeme koridorlarında, cezaevi koğuşlarında. “Gücü” eline geçirenin ne kadar alçalabildiğine iyi bir örnekti o, özellikle ‘Telegram’ isimli eserimde anlattıklarım…

-Bugünle bir kıyaslama yapmak gerekirse?..
-Ölçüsüz, endâzesiz kıyaslama olmaz. Kendi “tarih muhasebemiz” açısından bir kıyaslama yapabiliriz, ama o zamanda mesele derinleşir; alâkalı olduğu mevzuları da ele almak gerekir-ki uzar- fakat dış yüzünden kabaca söylemek gerekirse; bir “tasfiye” yapıldığı herkesin malûmu; dış yüzden yılanın kabuk değiştirmesi gibi, bir “el” değiştirme. “Balkondakiler” değişince düzenin-sistemin özü değişmez, ama tabii ki politikalar, uygulamalar değişebilir, yumuşayabilir. Bizim için önemli olan; İdeolocyamızda tablolaştırılan sistem ve toplum hayalidir. Gaye odur. Ve o muhkem bir kale edâsıyla yükselmeye devam ediyor, çerden çöpten ‘düşünsel’(!) gecekonduların ortasında… Elhamdülillah…

-“Balkondakiler” mi değişti sadece?..
-Bu o kadar mühim bir mesele değil. Bir toplumda öncelikli olarak yönetici sınıfta olması gereken temel insanî vasıflar ve kültür-irfan meselesi… Yüceler Kurultay’ını hatırlayın, orda sorumluluk alacak insanda bulunması gereken vasıf ve nitelikleri… Uyanıklık, kurnazlık, yalakalık şu bu marifetiyle(!) “Balkona çıkanlar”ın, aşağıdakileri obje gibi görmeye devam etmesinde şaşılacak bir durum yok tabii ki. O yüzden niye önce “bir dünya görüşü” şartını ısrarla tekrarladığımız anlaşılmalı… Fikir diyoruz, dil diyoruz, dünya görüşü diyoruz, sistem diyoruz, bir toplum mimarîsinin temelini oluşturan bu meseleler anlaşılmadan, her biri başlı başına bir idrâk harikası olan, ortaya koyduğumuz çözüm çekirdeklerinin anlaşılması da imkânsız. Misâl olarak söylüyorum; sen gerçekten zor bir problemi tarif edip, onun çözümüne dair bir şey anlatıyorsun; ama muhatap kopya çekme-taklit derdinde. Sen ne anlatırsan anlat… Olmaz… Mesele bu çözümü bu filân derken…

-“Var olma müşkülü” gibi?...
-“Çözdük her müşkülü derlerse de ki / Sonunda var olma müşkülü kaldı…” Var olmak başlı başına bir mesele ve bütün meselelerin de başı… Varsın… Mesele başladı… Niçin?... Cevabının bulunması, aranması, verilmesi gereken bir mesele… Muhatap bu mevzuya yabancı, sığır gibi yaşayıp gidiyor diye, bu mevzu mesele olmaktan çıkmaz. Sadece; “Onun meselesi karnı doyuncaya kadarmış” olur. Cevap zarureti ortadan kalkmaz. “Varsın”… Niçin?... Hadi buyur… Bak şimdi, tâ “Kültür Davamız”dan beri anlatıp duruyoruz; insana kendini empoze eden temel meselelerin(varlık nedir, hayat nedir, sanat nedir, ölüm nedir, fert nedir, toplum nedir, insan nedir, ben kimim, zaman nedir, oluş nedir v.s.) bir sistem tutarlılığı içinde cevaplanamadığı yerde, bunlara nisbetle ele alınması gereken diğer bütün meseleler havada kalır… Bir ân için; “çözdük her müşkülü” ifadesini, “çözdük bütün insan ve toplum meselelerini” diye düşünün- ki temel meseleler çözülmeden bu imkansız ya, neyse- öyle kabul etsek bile “var olma müşkülü”, dağ gibi sahici insanın omuzunda durmaya devam edecektir… İnşallah bu söylediklerimizden, bir bütün halinde Büyük Doğu-İBDA Külliyatı’nın, niçin Mucizevarî olduğu ve Mehdi misyonuna bitişikliği de anlaşılıyordur. İnsanlığın varoluşundan bugüne temel mesele; “Var olma müşkülü…”dür…

-“Zulüm” deyince, yalnız hadisenin mağdur edebiyatına yatkınlarca kolayca anlaşılan tarafı yanında bunun bir de…
-Zulmün, zulme maruz kalanı mağdur ettiği bir gerçek tabii… Tamam. Şimdi… Zulme uğramak başka, gördüğün zulme hangi şart altında olursa olsun direnmek başka, “edebiyat yapma” denilen cinsten, hakikatsiz ve abartılı zulüm veya mağdur edebiyatı yapmak başka, bizzat yaşanmış bir zulmü, zalimliği tesbit başka… Bu çerçevede kendi adıma şunu söyleyebilirim rahatlıkla; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz… Bakın ne kadar hassas bir inceliğe işaret ediyorum, dikkat edin;Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim… Özellikle Üstad’ımı başa alarak, hem Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ı, hem Son Devrin Din Mazlumları’nı hatırlatarak… Bunları hatırlayınca O’nun işaretiyle yazdığım- dünyayı kalburdan geçirircesine- dört ciltlik “Büyük Muzdaripler”i hatırlamamak olmaz… O zulme ve bu ızdıraba yabancı olmadığımızın delili hâlinde… “Zalimin” dünyada ve ahirette Allah’ın gazabına hedef olması da unutulmamalı tabii…

-“Cinnet Mustatili” de var?..
-Cinnet Mustatili… Ne kadar derin tedailere yol açıyor, bir adı da Yılanlı Kuyu… Reis Bey… Özellikle bu ikisi “cezaevi tabloları” açısından-müdâfâlarım da dahil- husûsen hukuk, adalet, suç ve ceza kavramlarını da insanî ve İslamî bir hassasiyetle bir temele oturtması açısından ayrıca ele alınabilir, “anlayış” noktasından diyorum tabii ki. Mevzunun “zindan edebiyatına” girmeden, Üstad’ımın Cinnet Mustatili eserini de hatırlatarak, benim “Telegram” ve “Ölüm Odası” çerçevesinde yazdığım ve yaşadıklarıma bakmak kâfi..

-Bu “Arab Baharı” denilen hadiseleri, herkes bir ucundan bir tarafa çekiyor?
-Bir şeyler oluyor. Olup biteni-olup bittikten sonra- siyasî istismar-kendi lehine- ayrı mesele, hadisenin çok farklı bir arka plânı var; sanırsın dünya sancılanıyor… Doğum sancısı mı, ölüm sancısı mı; düğüm bu. Yanlış hatırlamıyorsam Amerikan Dışişleri Bakanıydı; “Gerçekçi olalım, ne olup bittiğini biz de anlamıyoruz, neticenin nereye varacağını bilmiyoruz” gibi laflar ediyordu. Hadise ortada ama, “niyetler başka başka” olmasından hareketle, Zamanın Maksatlılığı’ndan-bizim için- onunla irtibatlı, ona rabt olmuş bir şuurla sezmeye çalışmak lâzım; Zamanın maksatlılığına rabt olmuş bir şuurla değerlendirmek… Bu da ideolocya demek, sistem demek… Bunun gerektirdiği bir oluş çabası ve duruş yoksa; dünya yıkılsa sana ne gibi bir yere varır. Orda öyle olur, burda böyle olur… Sen “nesin?” nerdesin ve kimsin, “hastanın” karşısında doktor-doktor keyfiyeti ile- çözüm reçete sunan bir yerde mi, hastayı seyreden meraklı kalabalığın içinde mi, durduğun yer neresi…

-“Çözüm süreci” konusunda ne düşünüyorsunuz, bu konuya bakışınız?..
-Bu konudaki tavrımız bugün değil yirmi sene öncesinden belli… O gün ortaya koyduğumuz “çözüm”de… O yüzden; yirmi senedir Kürtlere küfredip, bugün yalancıktan “kardeşlik edebiyatı” yapanlara mukabil, Türk-Kürt kardeşliğinin hakikatini teslim edende biziz; bizim ideolocyamız temelinde açtığımız keyfiyet şemsiyesidir…. Çözülecekse, biz bu “çözüm sürecinden” tabii ki memnun oluruz… Bu ayrı dava. Ama, “amasız barış olmaz” diyorlar ya, bizim de insan ve toplum hayatına bitişik, -Türk’ü de Kürd’ü de ilgilendiren- ;”yaşanmaya değer hayat sorusuna teklif ettiğin sistem ne?” Sorumuz baki… Cevabımızın İslam’ın kefaleti altında ve sistem çapında ortada olduğu gibi… “Niçin savaşıyordun da, şimdi niçin barışıyorsun gibi” işin aslına ve hakikatine dair mevzulara hiç girmiyorum…

-Bu yeni süreçte Hizbullah da partileşti biliyorsunuz?...
-Bu vesile ile buradan onlara da selamlarımı gönderiyor, hem televizyon kanalları, hem de yeni kurulan partileri için hayırlı olsun diyorum. İslâmın hakimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu dâvâsı söz konusu olduğunda, garazsız ve ivâzsız bütün mü’minler kardeştir…

-Yarı resmî, yarı sivil ‘Necip Fazıl’ı Anma’ etkinlikleri bu Mayıs ayında da ‘şarkılar, türküler eşliğinde’ birçok yerde, farklı çevrelerce kutlanıyor(!). Bu konuda?...
-Bazen insanın nutku tutuluyor, hani ‘bu ne yahu böyle’ dersin… Onun gibi… Şimdi diyelim ki bir insanın O’nun mânâsına ve dâvâsına zıt çevre ve kişilerce, O’nun “mânâsı ve dâvâsını” tahrif amaçlı gayretleri neyse de… Bir de “O’nun tarafından”mış, “gibi”lerin hali… İşte bunu bir yere oturtmak çok zor… Ne yapıyorsun, ‘Necip Fazıl’ı Anma’… Evet? Birisi; “Necip Fazıl büyük adamdı…”, diğeri; “Olur mu, Necip Fazıl daha büyük adamdı…”, öbürü; “Ne diyorsun sen, Necip Fazıl daha daha daha da büyük adamdı…” Bu… Bu mudur yani… Bu pohpohtan en çok nefret eden, bizzat “andığın” adam… “Mış gibiler…” Söyledim, O’nun mânâsına-davasına zıt… E, ne takâza yapıyorsun… Pislik… (…..) Nuh Aleyhisselâm gemiyi yaparken, kâfirler pislik yapmak için, gelip gemiye pislerlermiş… Allah onlara öyle bir illet veriyor ki, tek çaresi; kendi pisliklerini vücutlarına sıvamak… Vicdan, utanma, Allah korkusu?.. (…..) Vesilesi geldi madem ölçüyü de söyleyelim; Bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Alimi alim, arifi arif, veliyi veli… O da bir hikmete, bir inceliğe mebnidir… Aynı ölçü içinde; âlimi âlim bilir, arifi arif olan… Ee, senin de esnaf kılıklı hâlin ortada… O’nun manası ve davası etrafında, böyle bir incelikle ele alınmadığına göre, ne bu goygoy!... Hademenin başhekimi “takdiri”(!) cinsinden takdirler. Öyle yapacağına önce bir hademe keyfiyetinden kurtulmaya baksana… Erin Generali övmesi gibi, bayağılıklar… (…..) Demin söyledim; bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Hiç bir şey anlamıyorsan bu mânâdan  pay almaya bak. O’nu mânâsı, davası ve gayesi dışında- bu arada bizi de yemiş oluyorlar(!) tabii- “anma ve değerlendirmeler” hep aynı kapıya çıkar… “Dâvâ ve mana” dediğin kapılar daha açılmadan suratına kapanır… Ondan sonra da kendi şeyini üzerine sıvazla dur; ‘o bir dehaydı, olur mu dehadan da dehaydı, ne diyorsun sen o dehadan dehadan daha dehaydı’ filân… Kelâm yalama oluyor.(…..) defalarca yazdık, söyledik, anlattık; Büyük Doğu’nun muradı İbda’dır… Gösterdik, eğer derdiniz bunu perdelemekse, o treni kaçırdınız… Elhamdülillah. İstediğiniz kadar debelenebilirsiniz, bu “mânâ” artık hiçbir hile ile boğulamaz şekilde, cemiyet meydanında heykelleşmiştir, Allah’ın izniyle…

-Genel olarak gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz veya bu çerçevede söylemek istediğiniz Bir şey var mı?..
-Adres belli, adresi bulduktan sonra, neyi nasıl yapacağını da “bulduğun” adresten öğrenmek üzere, estetik, diyalektik, ideolojik ve politik sahalarda, “gençliğe” yol gösteren “pusula” hüviyeti ile; fikir sistemi- dünya görüşü... Bunu işaretledikten sonra, bu “temel ihtiyacı” hâllettikten sonra diyelim, diğer hususlar, zaman, mekân, imkân ve keyfiyet şartlarına bağlı olarak değerlendirilecek hususlar... Misâl olarak söylüyorum: Millet tarlasını, üniformalı ve üniformasız genç fidanlar ve yeni ekinler hâlinde donatmak gerektiğini işaretlemişim. “Bu nasıl olacak” diye sorduğunuzda; fikirdir, ruhtur, sistemdir, İslâma Muhatap Anlayış'tır... Böyle bir “nisbet noktanız” olmasa, tarla da gider elden, fidanları da tanıyamazsınız... (...) Meseleyi daha aktüel plâna çekmek istemenizi anlıyorum, fakat bildiğiniz gibi 15 senedir zindandayım, o yüzden meseleyi hep fikir plânında ele alıyorum. “Anadolu Gençlik” diyorsunuz, rahmetliErbakan Hoca'nın millî bir çizgide tutmak için çok büyük bir gayret sarfettiğini bildiğim gençliğin, bugün fikrî bakımdan çok ileri bir aşamada olduğunu görmek, Anadolu'nun ruh ve mânâ köküne sahip olarak “Anadolucu” çizgide durmasını ve bu çizginin fikir zeminini güçlendirmesini çok mühimsediğimi söyleyebilirim...(...) “Fikir zemini” sağlam olduktan sonra da, zaten kendi “ideal nizâmına” doğru tabiî bir tekâmül olacaktır; konjöktürel savrulmalara karşı bu temel çok mühim... (...)Anadolu Gençlik de içinde olarak, bütün gençlikte, “fikir”e duyulan ihtiyaç ve alâkanın artmasını çok önemli buluyorum tabii ki... Hele bugün, bu şartlarda bu daha hayatî bir önem arzediyor. Hem küresel saldırı ve dayatmalara, hem de “iç” ve “dış” kaynaklı konjoktürel savrulmalara karşı durabilmek açısından bu çok mühim...(...)

-Ülke gündemindeki hadiselerle ilgili pek değerlendirme yapmıyor diye bir görüş ve beklenti var?
-Öyle mi?... İlginç. Bunu da yeni duyuyorum bak… Madem öyle, önce şunu söyleyeyim; Eşya ve hadiseleri İslam’a- İslamî gayeye nisbetle değerlendirebilmenin yegâne ideolojisini, bakış açısını, dilini, diyalektiğini, ölçülendirme ölçülerini ortaya koyduktan sonra, günlük hadiselere dair ânı ânına bizden yorum beklemek-hadi dışımızdakiler neyse- ortaya koymuş olduğumuz “dünya görüşü”ne tamamen yabancı olmak anlamına gelir. Veya bizi bir “siyasi parti lideri” gibi görme yanlışlığının sonucudur… Bizim durduğumuz yer belli… Fikrin, işlendiği, uygulandığı ve bunun pratikteki sonuçları görüldüğü zaman yaptığımız değerlendirmeler de ortada… Kaldı ki siyasete usûl ve metod dâvâsını getiren biziz, çünkü fikri koyduk önce ortaya, sonra fikre nisbetle “olması gereken”i… Usûl ve metod tabii olarak fikrin, fikir sisteminin davet ettiği bir mesele… Yani teori-pratik ilişkisinin sürekliliği ve bunun “ilke”lerinin olması gerektiği… Teoriye nisbetle atılan adım-pratik, bu pratikle zenginleşen ve hedefe doğru ilerleyen teori vesaire… Şimdi bütün bu temel meseleleri es geçip, “siyaset” deyince “hangi partiye oy verelim yani?”yle karşıma çıkılırsa, tabii ki söylenebilecek fazla bir şey kalmaz… Buna içinde bulunduğumuz şartları da ilâve edersiniz, tabiidir ki günlük, günübirlik hadiselerle ilgili değerlendirme yapmamıza gerek kalmaz… Ayrıca şunu da söyleyeyim, o anlamda, ne dün ne de bugün basit siyasî itiş kakışların içinde olmadık, olmayız da. Misâl söylüyorum, ben siyasî bir şuuru temsil ediyorum diyelim, bu şuura nisbetle tavrım ve duruşum bellidir…
Diyelim ki; “fikirde müphem, aksiyonda açık” olmak ideolocyamızın hüviyetidir, özünde mündemiçtir. Sen şimdi geçmişsin oraya, en ufak bir şekilde meçhule hürmet tavrı olmaksızın, fikirde “dır, dır, dır”la konuşuyor, açık olman gereken aksiyonda da, sarhoş yürüyüşü gibi bir sağa bir sola yalpalayıp duruyorsun… Bu mu anladığın o ilkeden! Hadi bu esası anlamadın diyelim, onun bu kadar tersine davranmayı nasıl başarıyorsun ben de bunu anlamıyorum… Bu, “fikirde müphem” mevzunu da anlattık, bu “müphemlik” belirsizlik mânâsına değil tabii ki…

-Telegram Mevzu çok konuşuluyor son zamanlarda?...
-Bu konuda söylenebilecek ne varsa yazdık, söyledik hemen hemen… “Konuşuluyor” derken sizin kasdınız meselenin bir şekilde gündeme gelmesi mi, kulaktan dolma malûmatlarla, farkında-veya farkında olmadan- olayın sulandırılması mı?...

-Her ikisi de…
-Meselenin gündeme gelmesi, anlaşılıyor olmak bakımından sevindirici tabii ki. Ama “telegramı” bilerek konuşmak lâzım. Benim, yapılan işe telegram ismini vermem, onun “Ölüm Odası” isimli Mücerred bir dünyayı toplayan hücre hâlinde, benim hayatın nihayeti ve nihâi gayesi amacıyla girişeceğim toplam bir muhasebenin içine, bir kader sırrı olarak hapishâne hayatım ve bu hayat içinde yerini alan bir vakıâ şeklinde dahil oldu. Her şey gibi tesiri adamına göre bir iş, bende temel muhasebem içinde müthiş bir kemirgen rolü oynadı. Üstelik telegram, sürekli bir iş ve bahsi geçtiği şekilde beni sadece beden değil, ruhî olarak da takibte ve tacizde… Bu mevzuyu isbat ve izah çerçevesinde konuşmaktan yoruldum ve söylenebilecek nihâi şeyleri de söyledim sanıyorum; devlet telegram yok desin… Bu konuda bilir bilmez konuşanlara gelince; bir misâl veriyorum hadiseyi tarif için, sonra bir bakıyorum, hâdise ortada yok, “misal” gerçek diye konuşulmaya başlanmış… Olmaz. Hani adamlar bilmediği bir mevzu olunca, ‘ben bu konunun uzmanı değilim’ diyor. O kadar. Bilmediğin, anlamadığın bir mevzuda “ya tutarsa” diye değerlendirme yapılır mı. Bunun tekrar bana ezâ olarak dönmesi de var; bilen konuşmuyor, bilmeyen susmuyor hesâbı… Olmaz tabii ki. Son zamanlarda bu konuyu bilerek konuşanların gündeme getirmesinden de memnun olduğumu ayrıca belirteyim…

-Bir de şu dikkatimi çekiyor; sizin bir mevzu anlatırken verdiğiniz orijinal misâller var, mevzuyu bilmiyorum ama ‘misâller” neredeyse herkesin dilinde, bu da bana her zaman ilginç gelmiştir?...
-Böyle kaba saba bir yaklaşım olmaz. Biz bir fikri, bir düşünceyi, bir mânâyı, bir hakikati anlaşılır kılmak için bir misâl veriyoruz, mânâ-hakikat ortada yok, “misâli” tekrarlayıp duruyorsun. Olmaz.Anlaşılması gereken, misâllendirilen hakikat, misâl de onun için. Bir mesele üzerinde, meseleye dair.(…..) Kur’an’da çok sık geçer; Allah kelamında… “Görmedin mi! Allah nasıl bir misâl verdi”, “İşte Allah böyle misâller verir” diye… Bu tür ifadeler çok… Bir “mânâyı” ifade etmeye çalışırken…

-“Güzel söz”ün ağaca benzetilmesi var?..
-İbrahim Sûresi’nde, meali tam olarak hatırlayamadım şimdi…(“Güzel söz, kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan bir ağaç gibidir. Ki o ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” Mealen böyle… Devamında da; “Allah insanlara düşünüp ibret alsınlar diye işte böyle misâller verir…” diyor.. ş.s.) Ne kadar zengin, uçsuz bucaksız tedailere yol açıyor değil mi; “kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan…” Aynı şekilde “kötü söz”ün de “köksüz kötü bir ağaç”a benzetilmesi… Sanıyorum bunu devamındaki ayette mealen; “Allah iman edenleri dünyada ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar…” seziliyor mu bilmem…(……)
İmanın “zevken idrak” olması, bunun da şiir idrâkiyle sezilebildiği hakikatine nisbetle, anlamak, hissetmek, sezmek lâzım; “sağlam bir söz üzerinde” olmak… Allah kelâmı, Resûl kelâmı ve bize en “yakın” olan Veli kelâmı… “Veli kelâmı” buğusu içinde de; İslam’a Muhatap Anlayış dâvâsı… Her örgüsü tamam, tezadsız bir dünya görüşü, bir anlamda “sağlam söz”ün sistem olarak ifadesini bulmuş hâli. “Mustakîm yol” anlamıyla da “istikâmet” üzere… Bütün Büyük Doğu-İbda Külliyatı’nı bu ölçünün mânâsı önüne yığabilirsiniz… Bu tür ölçülerin papağanvâri tekrarlanmasına niçin şiddetle karşı çıktığımız da anlaşılıyordur herhâlde, “dır-tır” yok… Sanırım tedâi etmiştir; “Ölüm Odası”nın alt başlığı gibi her hafta tekrarlanan şiir; “…. Döllenir kelimeler kelimelerle/ Sura üflenmeden önce soyumuz…” Kelime… Söz… ve güzel sözün; “her zaman meyvesini vereceği..” Allah kelâmıyla sabit…
-Sizin Lügât tiryakiliğiniz ve bunun fikir ve sanat hayatınızda çok farklı bir yeri olduğu da biliniyor; Tilki Günlüğü’nden Lügât-ı Salihûn’a kadar?...
-Lügât tiryakilğim… Evet… Nasıl başladı, vesilesi neydi oralara girmiyorum. Bütün kainât kelimeler hâlinde lügatte toplu… İdrâk lisanla mühürlendi. Lügât içine doğuyor, lügât içinde kendimizi tanıyor, tanımlıyor, kendimizi onunla ifâde ediyor, bir bakıma onunla da ölüyoruz. Her şey onunla; dil, düşünce, fikir, sanat, hayat… Harf, kelime; belirme, taayyün mânâsına geliyor. Anlama onunla, anlaşma onunla, fert onunla, toplum onunla, ilim onunla… Cehâleti ifâde onunla… Bu mânâda anlaşılmak üzere; Lügât hayattır, tâ kendisidir; “mânâ”nın ve “mânâlandırma”nın… Sevgimiz, nefretimiz, öfkemiz, kavgamız, topyekûn hayat, varlık ve oluş… Varlık; Allah’ın kelimeleridir, her şey… Bu söylediklerim etrafında, “Lügât tiryakiliği…” İnsan dil içine doğar ve kendini dil içinde idrâk eder. Tek başına bu hakikat bile “Varoluş Müşkülü”ne yaklaşabilmenin “cümle kapısı”nın “Lügât-Lisan” dâvâsı olduğunu göstermeye yeter. Sürekli mevzular içinde gösterdiğimiz ölçü; “Herşeyden önce kelâm vardı…” Ne demiştik? Her şeyden sonra kalan da o… Lügât tiryakiliğimin izleri buralardan süzülebilir… Terkibî bir hüküm hâlinde söylersek; “Kâinat bir dildir, ama karanlık ve belirsiz bir dil; insan bu dili el yordamıyla anlamaya çalışır ve yapacağı işler için talimât çıkarmaya uğraşır… Ve sır, bütün ifade biçimlerine hep karşı koyacaktır…” Bunun yanı sıra kendi dünya görüşümüz Büyük Doğu-İbda’nın-her dünya görüşü ayrı bir dildir- nasıl bir dil zenginliği ve hafıza derinliği taşıdığı da, bu “Lügât tiryakilği”nden görülebilir… Hülâsa; “Lügât’in tercümesi yanında- Yer eder ehl-i dilin cânında.”

-Evvel eski bir “anlaşılmama” mevzu var… “Anlaşılmanızın zor olduğu” meselesi?..
-Bu da eski ve eski olduğu kadar da eskimemiş yeni bir mevzu demek ki… Fazla teferruata girmeyeceğim; bir şeyi anlamamak, ya mevzunun derinliği ve çetrefilliğiyle ilgilidir veya muhatabın donanımsızlığı-şuur seviyesi- ile ilgilidir veya bu ikisini de kapsar şekilde; “dil”in imkânları ile ilgili… Misâl olsun diye söylüyorum; “Matematik bir dildir, matematikçiler o dili konuşur ve problemleri o dil içinde çözer. Bunun gibi; “her dünya görüşü ayrı bir dildir” derken, demek ki, herkesin bildiği değil de “öğrenilmesi” gereken şeyi de işaretlemiş oluyoruz… Şimdi ben sorayım; tâ Kültür Davamız’dan beri, bu muazzam dil zenginliği içinde, bu muazzam diyalektik örgü içinde, neyi anlamaya çalıştın da, gayret ettin de neyi anlamadın?... Sadece “anlama-anlaşılma” üzerinde dahi, yeterli çaba ve gayretle yoğunlaşılmış olsa, fikrin derinlik buudu zevkini muhatabına verir. Bu bile başlı başına tutturmaya çalıştığımız mayanın “sefil kolaycılık ve ucuzculuk” işi olmadığını, bunu dışladığını göstermeye kâfidir. Şiir zevki, estetik idrâki, lisan kültürü, sanat çabası, ilim gayreti hep bunun etrafında oluşan şeyler değil mi…

-Bu çok kronik bir mesele olduğu için…
-Kronik- mronik, neyse… Tamam, “anlaşılmış” olanlara bakalım?.. “Anlamak”, anladım iddiasının dışında, anlamışlığın tezahürleri ile görünecek bir keyfiyet değil mi? Hani?.. O keyfiyet(anlamak) iş ve eser olarak görünürlük kazanmadığı sürece, anlamak ve anlamamak arasındaki FARK da “görünmeyecektir…” Bari bunu olsun anla!.. Dil, dünya görüşü, hayat tarzı gibi meselelere hiç girmiyorum…(……) Hadi, bilmeden konuşmak, anlamadan yazıp çizmek gibi basitlikleri es geçelim… Orda o kadar eser, o kadar mevzu… Hiç birini okuyup anlamıyorsun ama, iş “uçurmaya” veya “batırmaya” gelince, hop ölçüsüz endazesiz atlıyorsun… Biri “okuyucu”ların, diğeri “okumaz”ların hâli… Ne garip… Hâlbuki iki taraf içinde ön şart; “tanımak…Anlamak…” Birinde, insan bilmediği, tanımadığının düşmanıdır, diğerinde düşmanını düşmanından daha iyi tanıman gerektiği ölçüsü… “Küfrün kaynağını bilmek” de dahil…

-Bir de sizin her meselede, “usûl dâvâsı”nı önceleyen, başa alan bir tavrınız olduğu biliniyor?..
-Buna sevindim… Çünkü hangi mevzu olursa olsun, önce “usûl” gelir. Herşeyde bu böyle, usûl… Bak bu konuşmada bile bir usûl var, o olmazsa, bu konuşma olmaz. Benim durduğum yer itibariyle, mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış davası olunca, bu mevzu daha hayatî bir önem kazanır. Bunu niçin söylüyorum, bakın ilimlerde daima “usûl” önce gelir; önce “hadis usûlü” sonra o usûle göre öğrenilen Hadis ilmi… Fıkıh, tefsir, kelâm… Bunlar hep öyle, aynı sistemle öğretilir, sosyal ilimlerde de aynı şey… İslam’a Muhatap Anlayış davasının merkezinde de “doğru bir usûl” mevzu vardır; İslam’a Muhatap olmanın usulü… Eserlerimiz boyunca bunun yüzlerce misâlini verdik; “Mutlak Ölçü”lere hangi idrak seviyesinde muhatap olunabileceğinin… Mutlak Ölçüler’e götüren “vasıta sistem”le mümkün olduğunun… İslamî bir devlet-toplum-hayat tarzı inşâı gibi bir drdi ve meselesi olanların öncelikle bu mevzuyu anlamaları gerektiğinin… Bizim yıllardır çilesini çektiğimiz dava; müthiş bir imkânsızlık içinde otomobil icad edip, üretip, “muhatab”a hediye ettikten sonra, bir de ona, şöförlüğü, bununla nereye nasıl gidebileceğini öğretmek gibi, zorların zoru bir dâvâ… İslam’a Muhatap Anlayış… Bu “zor” mademki başarılmıştır, gerisi kolay… Allah’ın izniyle..
En genel mânâda-mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış- bütün “kötü, çirkin ve yanlışların” kaynağında “usûlsüzlük”, “iyi, güzel ve doğru” sonuçlara ulaştıran işlerin başında da “usûle riayet” vardır. Bir mevzuda “usûl”e uyulmasına rağmen “yanlış bir sonuç” ortaya çıksa bile bu kalıcı bir yanlış olmaz, doğruya tahvil edilebilir… Ama “usûlsüz”lükte?... O yüzden, “usûl” mevzuna göre, “o işe yanaşabilmenin” ön şartı ve kurallarını da ihtivâ eder. Misâl, yürümek istiyorsan, önce, oturduğun yerden ayağa kalkacaksın, “oturduğun yerden koşmak” diye bir şey olmaz, işte “usulsüzlük” budur!... Bir meselede “usûl” belirlendiği ve bilindiği zaman, kaba saba dış şartlar ve şekil benzerliğinden doğan mânâ kaymaları-hedef sapmaları da olmaz… Bu anlaşılmayınca da, “ağız yolunu bilmiyorsun” ama pilava kaşık sallamaya devam…

-Bunu sormam belki abes olacak ama yine de sormak istiyorum; sizin etrafınızdaki bir takım itiş-kakışları da duyuyorsunuzdur mutlaka?..
-Evet, abes. Hiçbir şekilde duymak istemediğim bir soru. Ama madem soruldu, ölçüleri hatırlatma vesilesi yaparak cevablıyalım; tabi ki, içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı, hepsi olmasa da bazı şeyler çalınıyor kulağa… Bu da ayrı bir ezâ… Yüce bir ideale göz diken insanların, basit itiş kakışlar içinde olamayacağı bir bedahet. Bir ideale kendini adamış insan, en önce “basitlik” ve “sığlıktan” kurtulmuş insan demektir. Düşünün ki “Biz”i tarif eden şey, şu kadar sayıdan müteşekkil “külliyatımız”da ifade edilmiş fikirlerdir. Şimdi, o fikirlere külliyen yabancılığı gösteren “basitlikler”, bu sarayın çevresinde olmaması gerekir. Sarayın içinde, içine girende zaten olmaz. Fikre odaklanması gereken ilgi, alâka, merak, fikre değil de sığ ilişkilere ve “şahsa ilgiye” çevrilirse böyle basitlikler ve itiş kakışlar olur. Yani ayıp. Yakışmaz!..

-“Her şeye sahtesi musallat” sizin ifadeniz. İşin hakikatinin davet ettiği zorluktan kaçıp, taklide yeltenenler kasdıyla…
-Şapşal bir taklidin, insanı taklit ettiği şeyin hakikatinden büsbütün uzaklaştırdığını söyleyen de biziz… “Asıl”a yabancı olmak da, sahte gibi… Aynı neticeye çıkar. “Asıl” dan kastettiğimiz; fikrimiz, dünya görüşümüz… Onun dili, diyalektiği, ahlâkı, kültür edâsı, duruşu, telkin ettiği tavır, estetik idrâkı… “Asıl” bunlarda görünür… Sırf “görünme hevesi” ile olacak şeyler değil bunlar… Okumadan, anlamadan olmaz. Ne düşünüyoruz, ne yazmışız, ne anlatıyoruz… Değil mi?.. Olmaz…
Allah’ın ezelî ve ebedî kanunu; ihlâs olmayan yerde tekâmül olmaz.
Üstadıma nisbetimi; “Şahıs değil, fikir… Fikrinden dolayı şahıs” şiarıyla, hayatımız ve eserlerimizle nasıl muhkem bir zemine oturttuğumuz görülmüyor mu? Ne demektir kuru bir şahıs alâkası!.. İlgi, alâka ve merakın fikir üzerinde yoğunlaşması gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmaya ne gerek var… Ben yiyince sen doyuyor musun? Yok… Ee, o hâlde ne bu takâzâ… Sofra orda… Açsan, oraya…

-Bir de, tamamen sizin dışınızda olan bazı hadiselerin de, sanki sizin kefâletiniz altında oluyormuş gibi, yanlış bir algı var, zaman içinde oluşan?..
-Olmaz öyle şey… Bu şartlar altında?.. Hiçbir ilgim ve bilgim olmayan bir şeye ne gibi yani, nasıl bir kefâletim olabilir?... Varsa eğer öyle bir algı, tamamen yanlış. Böyle bir algıya kapı açmak da ayrıca yanlış.(….) “Kârı tamamen kendine ait olmak üzere birisine sermaye vermek”; İbda’nın bir anlamı da bu değil mi?.. Ben sana sermaye vermişim, batırmışsın, öbürüne sermaye vermişim, işlete işlete büyütmüş, sermayeyi. Diğeri zaten çulsuz, bir başkası har vurup harman savurmuş sermayeyi, ne bileyim ben… Olmaz. Sanki ben herkesin yaptığı şeye kefilmişim gibi. Sermayeyi vermişim “n’aptın onu?.” diye daha sormamışım bile sana. Bunu bile sormamışken, ne kefâleti. Yaptığı şeyin sorumluluğunu almayan, yaptığı işin fikre uygunluğuna bakmayan… Olur mu öyle şey. Hani sermaye onu göster sen önce bana… Şimdi bu misâl de “ona buna para veriyor” diye anlaşılmaz inşallah… Bir şey asıl maksadının dışına çıktığında-çıkarıldığında buralara kadar düşer mesele.(…..) Bizim açtığımız “keyfiyet şemsiyesi” altında, kendi keyfiyetlerini parıldatmaları gereken yerde, keyfiyetsizliklerini gizleme-veya görünmesin- gibi bir hileli(nefs hilesi) duruş, sahibine zarar herşeyden önce…. (……) “Takdir” ve “tekdir”imiz ayrı, müsbet çaba ve gayretleri taltif etmemiz tabii. Bunlar başka şey. Ama, her durumda, benim duruşum(durduğum yer) belli değil mi. “İbda Reçetesi” ne mânâya geliyor, süs olsun diye yazmadık bunları.(…..) Netice şuraya gelir; İnsan “anladığı” kadardır. Bu mânâda da ben fikrime, eserlerime kefilim; her zaman ve daima…
ŞÜKRÜ SAK
Mayıs 2013
F Tipi Cezaevi/ B2.7.40 / BOLU

22 Haziran 2013 Cumartesi

28 Şubat’ın İskilipli Atıfı Salih Mirzabeyoğlu


-Davası ve Kimliği-
Salih Mirzabeyoğlu, Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in müstakîl bir dünya görüşü olarak teklif ettiği Büyük Doğu Dünya Görüşü’nü tafsile getiren, açan ve bizzat Üstâd tarafından bu vasfıyla takdir ve takdîm edilen bir fikir adamı. Büyük Doğu Külliyatını iç ve dış cepheleriyle açtığı eserlerini ve muhtevasını, “benzersiz oluş” manasına gelen İBDA ismiyle markaladı. Eserlerine bakıldığında, Büyük Doğu Külliyatı’nda bir iddia ve tez olarak teklif edilen bütün hususları, parça parça ve bir bütün olarak tefsir ettiği görülür. Eğer bir Büyük Doğu bağlılığından söz edilecekse Salih Mirzabeyoğlu 58 telif eseriyle bunu kelimenin tam manasıyla hak etmiş bir şahsiyet. Kendisinin de Batı'dan misâl getirirken zikrettiği Sokrat ve Eflatun ilişkisine denk gelen bir ilişkisi var Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’le.
Böyle bir ilişki içinde iken 1983 yılı Mayıs ayında Üstâd vefat ettikten sonra, Hz.Mevlana’dan yerli bir Noel Baba imajı oluşturulması faciasına eş bir biçimde, Büyük Doğu Külliyatından kopuk bir Üstâd algısı inşa edilip O’nun gerçek kıymet ve yeri gömülmeye çalışılınca Salih Mirzabeyoğlu isminin öne çıktığını görüyoruz. Devrin fikir iklimine göz attığımızda Üstâd aşılmış bir ŞAİR, bir ütopyacı, bir hayalperestti. Böyle vasıflandırıldığını görüyoruz. İşte böylesi bir iklimde Salih Mirzabeyoğlu ilk önce Üstâd’ın gerçek kimliğini, ümmet için ifade ettiği kıymetini, Üstâd’ın esas verimi olan İslamî Büyük Doğu Dünya Görüşü’nün hayata ve uygulamaya hitap eden gerçek bir sistem teklifi olduğunu göstermekle işe başladı. Üstâdı, O’nun fikir ve sanatını, kendi çapınca (!) yedeğine almaya çalışanlara engel oldu. Sadece engel olmakla kalmadı, Büyük Doğu’nun bütün bir İslam Ümmeti’nin muhtaç bulunduğu dünya görüşü olduğunu eşine az rastlanır bir çabayla -58 eserlik bir külliyatla- ispat etmeye çalıştı.
İşte bu çaba sonucunda çevresinde Büyük Doğu’yu ciddiyetle ele alan ve müstakil bir bütün fikir olarak benimseyen gençlerden bir halkalanma oluştu. 1993 yılları genel itibariyle İslamcı fikrî akımların revaç bulduğu yıllardı. Refah Partisi Erbakan liderliğinde iktidarın en güçlü adayı haline gelmişti. Salih Mirzabeyoğlu’ndan etkilenen bir çok gurup ve topluluk vardı. İlk başörtüsü boykotu bu guruplardan birisinin öncülüğünde başlamıştı. Irak İşgal’ine karşı yaygın ve etkili Cuma gösterileri düzenlenmesinde rol almışlardı. Örgütlenme şekilleri farklıydı. Salih Mirzabeyoğlu bu topluluk ve gurupları benimsiyor fakat doğrudan kendisini değil, Büyük Doğu’yu yani dünya görüşünü merkezine almaları gerektiğini söylüyordu. Doğrudan bir emir-komuta ilişkisine hiç girmedi. Çünkü şuna inanıyordu; eğer sahici ve köklü bir değişim olacaksa bu ancak kendisini bir şahsa değil ama öncelikle bir fikre bağlayabilmiş insanlar eliyle gerçekleşebilirdi. Bu yine Salih Mirzabeyoğlu'nun bir orjinalliği idi ve buna "kendinden zuhur" diyordu.
1997 yılına gelindiğinde 28 Şubat Post-modern darbesi yapıldı. Bugün öğrendiğimiz kadarı ile 10 milyona yakın insan fişlenmişti. Esaslı bir darbe yolu ile yüz binlere varan sayılarda insanımız gerekli ve kaçınılmaz(!) olan akibete uğratılacaktı. Fakat bir şeylerin ters gittiği, darbecilerin cesaretlerini kaybettikleri anlaşılıyor. Planlarını revize ettiler ve ele başı olarak görünen potansiyel en “tehlikeliler listesi”ne odaklandılar. 1998 yılında eşiyle birlikte çocuklarını almak üzere gittiği okul önünde Salih Mirzabeyoğlu tutuklandı. O en “tehlikeliler listesi”ndeydi. Güyya hücre evinde yakalanmıştı!.. Emniyet’te işkenceye tabi tutuldu. Salih Mirzabeyoğlu Davası’nı gören mahkemenin ilk başkanı Hakim Sedat Karagül yeterince hızlı davranmamak baskısına dayanamadı ve istifa etti. Yerine şu anda Ergenekon sanıklarınından Kemal Alemdaroğlu’nun avukatlığını yapan o dönemin DGM Hakimi Metin Çetinbaş getirildi. Mahkemesini Hüseyin Kıvrıkoğlu ziyaret etti. Bir tiyatro oynanıyordu. Senaryosu belli bir tiyatro!.. Salih Mirzabeyoğlu mahkemeye çıkmayı birkaç sefer red etti! Gerekçesi belliydi. Sonunda Metris İsyan’ı olarak meşhur olan hadise meydana geldi. Zorla mahkemeye çıkarıldı. Daha önce aynı gerekçelerle (1996) Adana DGM’de yargılanmak istenmiş fakat mahkeme iddialarla deliller (!) arasındaki muazzam uçuruma bakarak davayı açmamıştı bile.. Dosya aynı dosya idi. Fakat 6.Nolu DGM, Avukatlar’ının bütün taleplerini ve itirazlarını red ederek hızla Salih Mirzabeyoğlu’nun İDAMINA hükmetti. İdamın infazı üçlü kararname ile mümkün olduğundan dosyası meclise sevk edildi. Dosya mecliste hızla diğer dosyaları atladı. Atladığı dosyalardan bir tanesi DAHA ÖNCE idam hükmü verilen Abdullah Öcalan dosyası idi. Dosya Cumhurbaşkan’ı Sezer’in önüne gitmek üzereydi. Fakat Abdullah Öcalan sebebiyle yapılan düzenleme kapsamında İDAM cezası kaldırıldı ve Salih Mirzabeyoğlu AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET cezasına çarptırılmış oldu.
Bugün ise halen, yani 14 yıldır 28 Şubat’ın İskilipli Atıfı olarak  Bolu F-Tipi cezaevinde 2 metrekarelik hücresinde(!) bizim mahallenin bir meşhuru olarak cezasını (!) çekiyor.

21 Haziran 2013 Cuma

Anadolu'yu Demokrasi ile Gazlamak!..

Hüseyin Gülerce'nin en son yazısında belirttiği gibi, batı "demokrasi"yi bir hegomanya vasıtası olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Bu olgu, Tanzimat'tan beri batının uyguladığı bir yöntem.
Salih Mirzabeyoğlu'nun "Başyücelik Devleti" adlı eserinde "demokrasi adına dayatma" başlığı ile müstakilen dikkat çektiği bir husus bu. Merak edenlere kitabı şiddetle tavsiye ederim.
Hüseyin Gülerce'nin Irak Savaşını da konu edinerek bu konuya değinmesi sevindirici bir gelişme. Büyük Doğu-İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun zikrettiğim bu kitabını okuması o dönemde bazı müslümanların  Irak Savaş'ına karşı aldığı tavra mukabil "the cemaat"in aldığı zıt tavrı anlaması bakımından da ayrıca çok yerinde olacaktır.
Hayat çok şaşırtıcı ve ironik gelişmelere vesile olabiliyor. Kimseye karşı sabit ve şabloncu bakmamakta fayda var galiba.
Rahmetli Abdulhamid'in karşısına meşrutiyet adına dikilen ve "istibdat" serzenişiyle İttihat ve Terakki gazlamasına gelen bir kısım müslümanlara bugünden bakınca çıkartılması gereken dersler olmalı. Sayın Erdoğan hakkında "Sultan" yakıştırması yapan mahfillerle, Abdulhamid'e "Kızıl Sultan" diyen mahfillerin politik çizgi bağı ile dede-torun olması tesadüf müdür?..
Hoş ister Abdulhamid cephesinden isterse İttihad ve Terakki cephesinden bakılsın, torunların kalibre bakımından kaybettiği irtifa açık.
Üstâd Necip Fazıl Kısakürek'in söz konusu olan Abdulhamid olduğunda "demokrasi adına yapılan dayatma"ya karşı takındığı menfii tavra mukabil, söz konusu olan CHP şekavet ocağı olduğunda "demokratik açılımı" bir manivela olarak görmesi dikkat çekici. Bu tutum farkını neyle izah edebiliriz?
Ben demokrasiyi ideolojileri çözen bir ideoloji olarak görüyorum. Hak veya batıl bir esasa dayanan ve bu esası doğrulamak üzere inşaa edilmiş bir güdümlü siyaseti olan bütün ideolojileri çözen bir çözelti.
Bu gözle bakınca Batı'nın dün İttihat ve Terakki ile Abdulhamid'in şahsında dağıttığı Osmanlı'ya mukabil, bugün Ak Parti ve müslümanlar eliyle dağıttığı Kemalist ve Ulusalcı Türkiye, batı açısından "demokarasi"yi içselleştirmek hedefi bakımından tutarlılığını açık bir gaye belirtiyor!..
Dün İT-CHP geleneği bu rüzgarı ve gayeyi kendi iç hegomanyalarını tahkim etmek için milleti dönüştürmek yolunda kullandılar. Çünkü o gün var olan İslam anlayışı "demokrasi" ile pek uyumsuzdu. Sonuçta sıkı bir dönüştürme dönemi olan ilk 30 yılın sonunda, yani çok partili hayata geçilmesi sonrasında "demokrat" olmak dayatması ile hadım edilmiş bir müslümanlığa kapılar açılmaya başlandı. Bundan İT-CHP geleneğinin memnuniyetsizliği açık olmasına rağmen dış vesayetin emredici tavrı karşısında boyun büktüler.
1950 sonrası "demokrat" partilerin balonunu şişirmesine izin verilen müslümanlar, bu partilerin haddi aştığı her durumda yine batı tarafından da desteklenen askerî darbelerle makûl (!) sınıra çekildiler.
Aslında bu bir yönü ile hem İT-CHP cenahının,  hem de müslümanların "demokrasi" yolunda bir REHABİLİTASYONU süreci idi. Demokrasi ZOKASI dediğim de budur!.
Bugün her ne olursanız olun fakat "demokratik zihniyet"in terbiyesini kabul etmiş şekilleriyle kemalist olun, müslüman olun, sosyalist olun, Türkçü olun, Kürtçü olun. Ama yeter ki bunların demokrat cinsinden olun durumu var. Batı açısından bu temel gayeyi yerli yerinde muhafaza ettikten sonra kimin iktidar olacağı bir ehliyet ve uygunluk ölçüsüne bağlı bir tercih konusudur.
Üstâd Necip Fazıl Kısakürek'in ve Salih Mirzabeyoğlu'nun müslümanlık esası üzerine kurulu "Başyücelik İdare Mefkuresi" dışında bu ZOKAYI, bilerek veya bilmeyerek yutmayan yok!..
Henüz tek başına tayin edici bir GÜÇ olunamadığı yerde bu ZOKA'dan kurtulmak girişimi daha fena bir boyunduruk sonucunu doğurabilir. Bu bir gerçek, hayal görmemek gerekir. Fakat diğer yandan ZOKA'nın ne olduğunun farkında olmak da lazım.
Sayın Başbakan ve yakın çevresi hedef kılınmalarının sebebini faiz lobisi ve menfaat çelişmesi olarak sunuyorlar ama ben esas meselenin son iki yılda iyice kendisini belli eden ve Sayın Başbakan'ın şahsiyetini şekillendiren iman duygusu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu duygu batının temel gayesini rayından çıkarabilecek sonuçlar doğurabilir. Batı bundan korkuyor.
Düşünün; Arap Baharı ile birlikte düşünüldüğünde rol model olması beklenen bir Türkiye'nin İSTENMEYEN ŞEYLER ilham edici bir politikaya kayması, sağ salim yürütülmeye çalışılan bütün bölgeye şamil bir dönüşümü tehlikeye sokabilir.
Fakat Sayın Başbakan Erdoğan'ın mevcut durumu ve çevresinin ideolojik kapasitesi acaba batının bu İDEOLOJİK KORKUSUNU haklı çıkarıyor mu? Şu haliyle bu ciddi bir tehdit algısı olmayabilir ama ufak bir ihtimalde olsa "Ya başka bir tarafa kıvrılırsa!!" ihtimali de yok değil. Sayın Başbakan ve çevresinin ruh genetiği malûm nihayetinde İslamî bir duyguya dayanıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse Ak Parti'nin böyle bir duyguya dayanmasına rağmen bu duyguya uygun bir  İDEOLOJİK ÖZE sahip olmadığı çok açık. Fakat yine buna rağmen GÜÇ devşirdikçe hem kendisine vücud veren ruh hem de bu ruha sahip çıkan milletin tazyiki Ak Parti'yi haysiyetli bir OLUŞA zorluyor. Sayın Başbakan'ın dıştan batının içten ise bizzat kendisinin ve çevresinin demokrasiye bulanmış zihniyetiyle yediği Demokrasi GAZI'na rağmen sürdürmeye çalıştığı POLİTİKA "demokrasi"yi zorluyor. Bu durumda dünün askerî darbelerine karşılık, Ak Partinin yaptığı bu zorlamaya karşı batı, iktisadî ve politik zorlamalara sarılıyor. Tezahürlerini görebiliyoruz.
Sonuçta olaya hangi yönden bakılırsa bakılsın bu, yaşanan olayların İDEOLOJİ kaynaklı endişelerden beslendiği gerçeğini değiştirmiyor. Mesele batı tipi -ki başka da bir tipi yoktur- demokrasi yolunda son ve nihaî devşirilme aşamasının tamamlanmasından ibarettir. Batı'nın müslümanların şahsında Doğu'yu hazmetmesi operasyonunun tamamlanması buna bağlı.
ZOKA da GAZ da  DEMOKRASİ!..
Batı'dan atılan demokrasi gaz bombaları o kadar problem değil açıkcası. Fakat esas tehlikeli olan bizzat içimizde demokrasi gazlamasına güyya kurtuluşumuz adına destek verenlerr. Çünkü bu batı için muazzam bir imkân vaad ediyor.
Haliyle ve Şahsiyetiyle DEMOKRASİYLE OLAMAZ diye çığlığı basan, en azından batı tipiyle OLAMAZ diye kıvranan ama yerine NEYİ koyabileceğini bilmemenin zaafıyla gözü yaşaran bir Sayın Başbakan'ımız ve O'na destek veren bir milletimiz var.
İşte Üstâd Necip Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu'nun eşsiz kıymeti de bu aşamada daha bir berraklaşıyor.
Sayın Başbakan'ın Ak Parti ve Türkiye için bu bakımdan ifade ettiği "Demokrasi"yi zorlayan yönü ile Salih Mirzabeyoğlu'nun "Demokrasi"yi temelinden söküp atan "İDEOLOJİK" yönü bu bakımdan HEDEF oluyor. İllahî cilveye bakın!.
Zamanı gelmiş midir açıkcası bilemiyorum ama Sayın Başbakan'ın ve hasbi çevresinin artık bu gerçeğe göre gerekeni yapmalarında çok büyük faydalar görüyorum.
Sayın Başbakan'ın da ifade ettiği gibi, 2002 Kasım'ında iç ve dış vesayete karşı MİLLETİN BAŞLATTIĞI ANADOLU BAHARINI hedefe ulaştırması bakımından bunu görmesi şart.
Görür mü, görmez mi? "Çevresi" görür mü, gösterir mi?
Allah biliyor ya, İnşallah görür ve gösterirler diyorum.
Anadolu Baharı "Demokrasi" Gazından kurtulmalı artık!.