21 Şubat 2013 Perşembe

İKTİSADÎ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER



(Ahlâk, İktisat ve İdeoloji)

Aynı aslın tezahürü olması bakımından liberal iktisadî sistem ile marksist iktisadî sistemin temel çelişkiyi temsil ettikleri tezi artık geçerliliğini yitirmiş bulunuyor. Yüzyıl sonuna kadar insan varlığını iktisadî unsurların yedeğinde ele almak zihnî çarpıklığı, bugün insan varlığının en büyük tehdidi olarak ele alınabiliyor. En azından bunun imkânları oluşuyor.

İnsan bütününü, insanî tezahür alanları olan şubelerinde kaybettiğimizi, temel meseleyi örtbas ettiğimizi kabul etmek durumundayız. Bu bir cinayetti.

Ele alınan konu ne olursa olsun, bu parçalanmışlığı rahatlıkla görüyoruz. İnsan servet ilişkisi, insan kıymet ilişkisi, insan değer ilişkisi ve insanın cemiyetle ilişkisi denildiğinde, asıl mevzunun insana nisbetle ele alınabilir bir şey olduğu, kısaca alemde insan varlığının hakikatine dair konuşulması gerektiği anlaşılmalı.

İnsanı ve dolayısı ile cemiyeti, iktisadî unsurların bir türevî olarak ele almak ile, iktisadî unsurları insanî hakikatin gerçekleşme imkânları olarak ele almak arasındaki keyfiyet farkı ortadadır. Birincisinde, insanî hakikat, insanî faaliyet sahalarından olan iktisattan devşirilebilir bir unsur haline getirilmiştir. Adeta iktisadî faaliyet ve dayandığı meta unsuru, insanın menşeî, varlığının açıklayıcısı, faaliyetlerinin takip edilmesi zorunlu kaderini tayin hususlarında konuşan, hâkim bir unsur olarak ele alınmıştır. Meta adına konuşanın kim olduğu ve hangi anlayışa bağlı olarak konuştuğu meselesi bir tarafa, bu durum insanın metaya köleliğidir. Metaya ihtiyaç duymakla, metaya kölelik farkı göz önünde bulundurulmak kaydı ile, liberal iktisadî sistem ile marksist iktisadî sistem, temelde bu köleliğin sistemleşmiş halleridir. Bu işin bir yönü olmakla birlikte, tezatlı bir ifade gibi algılanabilecek şekilde, her iki sistemin de aslında meta vasıtasıyla veya meta perdesi altında, şuurlu ve şuursuz aynı insanî anlayışa bağlı oldukları söylenebilir. Bu bakımdan meta köleliği, metaya duyulan ihtiyacın bir istismarı, bu ihtiyacın bizatihi varlık gayesi yolundan saptırılmış halidir. Bu haliyle söz konusu olan birinci derecede inanın insana köleliğidir. Dikkat edilirse bu derecede, iktisadî unsurun, insanî hakikat anlayışına bağlı olarak değerlendirilmesi ve sistemleştirilmesi söz konusudur ki, bu başta yaptığımız keyfiyet farkı vurgulamasını bir yönüyle çelen bir durum gibi gözükmektedir. Bu yeni durumda bizim benimsediğimiz tezin düzünden ifade edilmesi imkânı doğmaktadır. Ele alınan konu ne olursa olsun, insanla alem ilişkisi, insanın insan hakkındaki kabullerinin, yani imanının tezahür zemini olarak, insan aslına bağlı arazdırlar, yani ele alınışı bakımından.

Durumun her halükarda bu şekilde olduğu hakikati, bu hakikatin farkında olunduğu manasına gelmemektedir. İnanılan şey, kendini doğrulayan ve besleyen bir bünye oluşturduğu andan itibaren, sistem içi unsur olarak herşey,  alemi kendi gerçekleşmeleri boyunca kendisine şahit kılmaktadır. Toplumun genel anlayışı haline gelmiş bir sistemin, yani insan anlayışının, belli ve tayin edilmiş davranış formları kazandırdığı, bunun eşya ve hadiseler karşısında kemikleşmiş bir ahlâk oluşturduğu, meselelerin çözümüne dair talî başarıların mümkün hale geldiği, bu yolla sisteme bağlı toplum ahlâkının doğrulandığı bir “Doğru Ahlâk”ın hayatiyetini sürdürdüğü gerçeği, bizi talî başarıların veya hayatiyetin ölçülerince sınanmış birçok İnsan Anlayışı ile karşı karşıya getirir. Politik sahada tezlerin doğrulanması maksadıyla ortaya atılan unsurların adeta belirleyici tek unsurmuş gibi sunulması da bu aldatıcı güven duygusundan gelmektedir.

İdeolojinin unsurları kendi için kılması keyfiyeti olarak bünye meselesi, tek başına bir doğruluk durumu değildir. Kanserli hücreler de kendi içinde bünye olmasına rağmen, vücut bütünlüğü aleyhine oluşlarıyla, hastalık olarak vasıflandırılmaktadırlar. Galip durumda kanserli hücrelerin boşluğa düşerek kendisini de iptal etmesine kadar bu durum devam etmektedir.

Kapitalist ve Marksist anlayış bu manada iki tür kanser gibidirler. Yani unsurları kendi için kılmak keyfiyetine haiz bünye haysiyetine sahiptirler. Karmaşık yapıları gereği gelişkindirler. Bünye içi bünye durumundadırlar. Yani doğru bünyenin varlığı ile varlığı mümkün olanlardır.

Metaya yani mala muhtaçlığın varlığı, onu elinde toplayanların, ona ihtiyaç içinde olanları kendine muhtaç kılmasıdır. İster devlet elinde, ister şahıs elinde, isterse bir topluluk elinde (sınıf elinde) toplanmış olsun, isterse bunların karması şeklinde organize edilmiş olsun, malın, yani değerin toplu bir iradeye bağlanışı, insanın insana bağlanışıdır. Daha doğru ifadesiyle insanın belli bir insan anlayışına bağlanışıdır. Bu durumda ya insan vasıtasıyla, vasıta olan insanı aşan bir iradeye bağlanmak yada bağlanılan insanın bizatihi kendisine bağlanmak söz konusudur. İnsanı ister pratikte ister teoride kuru metaya bağlayan anlayışın fikrî tezahürü olarak politik iktisadî düzen, insanı kuru metaya kul köle eden, varlığını kendi varlığı için kılan narsist ve bencil bir durum ifade eder.

Mala muhtaçlık, mal vasıtasıyla Mutlak Varlığa olan muhtaçlığın görünmesi için gerekli arazdır. Malda tezahür eden ihtiyaçlık durumunun bu aslî karakterine tezatsız uygunluk durumu, bunun kabulü, yani buna imandan başlayarak, bu kabul ve imanın fikrî sistemi ve uygulaması ile carî kılınması ve her daim bu kabul ve imana bağlı olarak yenilenmesi bütünlüğü, GENİŞ VE KÂMİL manasıyla “Ahlâki Rejimi” ifade eder. Ahlâkın bünyeleşmesi bu duruma göre, Mutlak Varlığın iradesine ram olmuş insan iradesinin, dışa doğru tamimleşmesi, unsurları Mutlak Varlık için kılmasıdır, yani kendisi için! Bu ideal durumda unsurları kendi için kılan insanî hakikatin bizzat kendisinin Mutlak Varlık için oluşu tezahür eder. Böylece hakikatte Mülkün Mutlak Varlığa ait oluşu ve bunun insan eliyle gerçekleşmesi aksiyonu zuhur eder. 

Dışa doğru tamimleşme, doğru düşünce faaliyetini şart koşar. Doğru düşünce faaliyeti, doğru düşünceye göre fikir değil fikirdendir. Fikirden olanın fikre uygunluğunda zahirî uygunluk, onu dillendirenin hali –iç oluş-u ile uygunluğu demek değildir. Eğer dış oluş olarak fikrden olan, fikre nisbetle –iç oluş-un tezahürü şeklinde uygun ise, fikrden olan fikirdir. O değil Ondan, bu yüzdendir ki O dediğimiz durum ancak yapılan işin hale uygunluğuncadır. Bu yüzdendir ki ikinci derece "O" keyfiyeti, iç oluş şartına bağlıdır, yani –hal-e.  Ondan olan O’na varmak için ele alınmadıkça, Ondan olduğunun bilinmesi bilgi olarak doğru, fakat faaliyet olarak yanlıştır!

İdeolojik eğitim, her şeyden önce ideolojinin bağlı bulunduğu “Ahlâk”a vardıran bir yol olarak ele alınması gerektiği şuuru ve haliyle başlamalı. Tersinden bir misalle; Markolog olmakla marksist olmanın aynı şey demek olmadığı hatırlanmalı.

Azim Ahlâk yolunda gerekli unsur olarak ideoloji ve ona bağlı siyaset, Azim Ahlâktan beslenen batinî çabayla hayatiyet kazanır. Daha doğru ifadesiyle ideolojik mücadele, sanıldığı gibi pür fikrî bir mücadele değil, ahlâki mücadelenin fikrî tezahürü olarak, asılda sırf ahlâki mücadelenin devamı niteliğindedir.

İKTİSADİ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER


 

(kapitalizim, burjuvazi)


Liberal iktisatçıların piyasa çeşitleri üzerindeki tartışmaları Adam Simith’ten beri süregelir, kim bilir belki daha eskidir, bizim bildiğimiz bu. İktisatçıların gayet net bildikleri şey; saf liberalizim yanlısı klasik iktisatçıların teorilerini tam rekabet piyasası diye tanımladıkları piyasa çeşidine dayandırdıklarıdır. Peşin kabul edilen bir mesele. Olması gereken bu diyorlar. Fakat bildikleri bir piyasa çeşidi daha var, monopol-tekel piyasası. Klasik iktisatçıların yüzlerini buruşturan bir piyasa bu. Bunların dışında monopolcü rekabet piyasası ve oligopol piyasa var.
Bugün için dünyada gittikçe şiddetlenen oranda sermaye-servet yoğunlaşması gözlüyoruz. Bu bir nevi Kast Sistemine dönüştü. Bunu biz söylemiyoruz. Rakamların tespit ettiği bu. Hani şu meşhur nüfusun %20 si gelirin %70 ne sahip türü açıklamaları bilirsiniz. Gelir dağılımı ile ilgili bu ölçü Lorenz eğrisi diye bilinir. Bizim dikkati çekmek istediğimiz konu ise servet dağılımı. Servet dağılımını geçmiş dönemin gelirlerinin bir toplamı, stoku olarak anlamak gerek. Gelir ise servete bağlı. Yani iç içe bir oluş söz konusu. Servet-sermaye birikimi gelirin yönünü belirliyor, gelir ise servet-sermaye birikiminin kaynağını oluşturuyor. En basit mantığa sahip olanın bile kolayca anlayabileceği, zamanla yoğunlaşmanın hızlanacağıdır. Nitekim olan da budur.
Sosyalist sitemlere sahip ülkelerde de sermaye-servet birikimi şart görülmüştür. Zira sermaye birikimi olmadan kalkınma ve refah oluşamazdı. Her ne kadar yoğunlaşma, kalkınma ve refah amacına bağlı görünse de aslında kalkınma ve refah iki zıt amaçtır. Bunu şöyle açıklayalım; diyelim ki bir ülke 100 birim kaynak üretiyor, bu 100 birimin misal olarak 80 biriminin yatırım mallarına 20 biriminin tüketim mallarına ayrıldığını düşünelim. Bu duruma göre kalkınmaya daha fazla kaynak aktarmak için refaha ayrılan payın düşmesi gerekir veya tam tersi refah için kalkınmaya daha az kaynak ayrılmalıdır. Sosyalist ülkeler, soğuk savaş döneminde kapitalist ülkelerle çok şiddetli bir rekabete girdiler. Hatırladığım kadarıyla Berlin de yayın yapan Doğu Almanya televizyonunda (TV4) Sovyetler Birliği’ndeki inanılmaz tarımsal kalkınmanın hikayesi anlatılırken, biçerdöverlerin bereket fışkıran buğday tarlalarındaki ilerleyişi mutlu çiftçilerin gülen yüzleri eşliğinde anlatılırdı. Bu arada ben 8 yaşlarında evimizin penceresinden harabe evler yığını doğu Berlin’i seyrederdim. Çocuk aklımla bir tuhaflık sezer gibi olurdum. Nasıl oluyordu da bu şehir bu hale gelebilirdi? Bu şiddetli rekabet sosyalist merkezi planlamasının kaynakları daha fazla oranlarda yatırım-kalkınma mallarına ayırmasına sebep oluyordu. Tüketim mallarına ayrılan pay giderek daha çok kısıldı. Kapitalistlerin verimlilikte daha iyi olmaları daha doğru bir ifadeyle sosyalistlerin verimsiz olmaları da bu tavrı güçlendirdi. Zira verimsizliğin üretimde doğurduğu kayıplar, daha fazla kaynak ayrılarak çözülmeye çalışıldı. Misal olarak Sovyetlerde büyüme oranları gerçekten çok büyüktü, tabii ki tüketicinin aleyhine olarak. Tüketici dediğiniz kesimin çoğunluğu kimdi? İşçi sınıfı. Artık değeri üretenlerin, değerlerine el konulmuş oldu. Kim el koydu? Hakimi işçi sınıfı olan devlet! Niye el koydu? İşçi sınıfının dünya üzerindeki hakimiyetini korumak ve geliştirmek için!... İşçi ne oldu, yandı kül oldu!...
Bugün artık sosyalist uygulama diye birşeyden söz etmek mümkün değil. Uygulama sahasından çekilmenin getirdiği bozgunla ideolojik olarak moda olmaktan çıktı. Zaten bu işi moda olarak görenler baştan işin içinde değillerdi. Fikri savunucuları ise, kapitalizimin iç çelişkilerinin artmasını ve doğacak yeni güne merhaba demek için bekliyorlar. Biz de bir iç çelişki görüyoruz fakat onların gördüğünden farklı. Hayatı, iktisadi ilişkilerde var kabul edilen bir zıtlığın üzerine bina etmek bizim için anlamsız. SEMPTOM diyorlar sanırım tıpçılar, iktisadi ilişkilerdeki bu zıtlığı biz semptom nazarıyla görüyoruz. SEMPTOM (halk arasında hastalığın belirtisi denen bulgu), hastalığın kendi değil de onu bize bildiren arizi sorunlardır. Semptomlar baskı altına alınabilir, fakat bu HASTALIĞI tedavi etmez. Sosyalist denemeyi, semptomların hastalık zan edilerek baskı altına alınması şeklinde tarif edebiliriz. Biz ise kapitalist iktisadi ilişkilerde ki çelişkiyi, nefs-i emmarenin iktisadi zemindeki belirişi olarak görüyoruz. Patron-işçi, bürokrat-sivil, kadın-erkek hepsi insanın vasıflandırılışı olduğuna göre, bu vasıflandırılışa kaynaklık eden iktisadi, siyasi ve içtimai her zeminde, nefsin ve tabii ki ruhun beliriş imkanını tanıyoruz. İslam tasavvufunda Nefsin Mertebeleri bahsine anahtar olarak bakabilirsiziniz. Nefs-Ruh zıtlığı içinde, birbiri üzerinde hakimiyet derecelerine göre yapılan sınıflandırma bize bazı şeyler fısıldamaktadır. Esasta iç mücadele konusu olan nefs-ruh mücadelesi, dışa doğru kendini inşa ederken işgal ettiği içtimai mertebeye bağlı olarak kendi kurumlarını ve yaşam tarzını-ahlakını belli eder. Misalimize geri dönelim, nasıl ki hastalıkla mücadelede koruyucu tedbirler işin esasını teşkil ediyorsa, yani bu esas bir sağlık hali anlayışı-tanımı üzerine bina ediliyorsa, bir iktisadi, siyasi ve içtimai düzenleme de bir sağlık anlayışının üzerine bina edilmelidir. Biz buna fert-topluluk hakikati diyoruz. Buna göre bu düzenleme faaliyetleri tedaviyi kabul ettirici, tedavi edici, koruyucu ve güçlendirici safhalarını ihtiva edecektir. Yani ferdin nefsiyle mücadelesini başlatmak, bu mücadelede ruhun hakimiyet imkanlarını sağlayıcı vasatı oluşturmak, bu şartları korumak ve geliştirmek. Bunun dış şartları “ESAS HUKUK” tarafından belirlenirken, bu hukukun murad ettiği AHLAKI temin edici içtimai, siyasi, iktisadi...vs yapının tesisini gerçekleştirmek. Öyleyse biz bu yapıdan telkin vasıtası olmak borcunu da ifa etmesini bekleyenlerdeniz. Geçen yazımızda patron sınıfının yetiştirilmesi konusunda Tüccar Ocağı kurumunu teklif edişimizdeki gaye anlaşıldı herhalde. “ESAS HUKUK”un memurluk zihniyetinin, yani kör nefse zıtlık seciyesinin patronunu yetiştirmek!...
Kalkınmanın ve refahın amacı nedir? Bu soru bizi ister istemez, insanın gayesi nedir sorusu ile karşı karşıya bırakır?... Kapitalist anlayışa göre, kalkınmanın amacı refahı arttırmaktır. Her ne kadar bir kısım iktisatçılar, iktisadı daha teknik bir ilim şubesi olarak kabul etseler de sonuçta her ilim şubesi gibi iktisat da varlık hikmetini izah etmek borcundan kurtulamaz. İktisat kıt kaynaklarla sonsuz insan ihtiyaçlarını tatmin etme sanatıdır. Tatmin olmak!... İşte refah bu anlayışa göre insanların ihtiyaçlarını en fazla miktarda ve çeşitte karşılama derecesidir. Yani tatmin derecesi!... Mutluluk, tatmin derecesinin artmasıyla artar, azalmasıyla azalır. Bu konuda okuduğum bir ders kitabında bir araştırma yapıldığı yazıyordu. Bu araştırmaya göre zenginlikle, mutluluk arasında sıkı bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Hep misaller vermek yolunu tercih ediyoruz, zira suretler olamadan manalar tecelli etmez!... Misalimiz bir adam, her tarafına iğneler takılmış, çeşitli serumlar ve ilaçlarla beslenmekte, uyuyor. Çeşitli aletlerle mutluluk hormonları takip ediliyor. İstediği her türlü hayatı rüyasında yaşatmak imkanı var. Adam tebessümler içinde!...
Adamı ne mutlu edecekse, o yaşatılıyor. Şimdi 50 milyon adamın bu şekilde yaşatıldığını düşünün. REFAH en üst düzeyde gerçekleşmiş olacaktır. Maksat mutluluk değil mi?... Mesele kapanmıştır. Gerçekten de kapitalist anlayışın kurduğu yaşam tarzı kimi ne mutlu ediyorsa, o şeyi ona sağlamak üzerine kurulacaktı. Tabii ki ne kadar mümkünse, şu ne kadar mümkünse sınırı yok mu!... Bütün illet bundadır. Zira hukukta diğer insanların hakları, siyasette çoğunluğun üzerinde azınlığın hakları, iktisatta gelir vs... Buna göre refah, diğerlerinin sizin hürriyetinizi (!) hazmedebilme kabiliyetine göre genişleyen bir kavram!... Bunu keşfetti batı. Fakat bu sınırlama ihtiyacı da boşuna değil tabii çünkü sınırlar düzen ihtiyacından doğar. Öyle ise Kapitalist İktisat, bir düzen fikridir. Neyin düzeni? Eğer siz faydayı fert ve toplum için o fayda ne olursa olsun tatmin etmek üzerine kuruyorsanız, bunun adı İslam indinde bellidir. Nefs-i emmarenin bencilliği düzeni. Bunun en müşahhas misalini hukukta görmek mümkün, livatanın meşrulaştırılması, serbest birliktelik kurumu,uyuşturucu kullanımının serbestleştirilmesi vs. Konumuz iktisat olduğundan biz oradan devam edelim. Bildiğiniz gibi Batı da bir nüfus problemi var, bu problemin çözümü için pirim usulü kullanılıyor! Mesele üretici genç gücün üretilmesi, bu amaçla ister aile kurumundan isterse serbest yaşamdan olsun her kelle başına artan pirim var! Yeter ki doğur. Fayda elde etmek imkanını, yani gelirini arttırmak istiyorsan karşılığında faydamı arttır! İşte burjuva anlayışı budur. Burjuvayı tanımak lazım, burjuva nefs-i emmarenin sermaye sınıfıdır. Kavramları karıştırmayalım, bizde ise tüccar kör nefse zıtlık seciyesinin ve bu seciyenin nizamını temsil eden sermaye sınıfıdır.
Biz kendi refah açıklamamızı yapalım, bizde dünya ahirete tarladır. Biz dünya üzerinde tasarruf hakkımızı ahiret yolculuğuna hazırlık şartlarını iyileştirmek olarak açıklarız. Bu açıklamanın gösterdiği şudur ki; refah, insanın insan olma memuriyetini gerçekleştirebilme imkanlarının çokluğu, bolluğudur. Bunun iktisadi anlamı, “BEREKET” tir. Hayırlı mal, hayırlı zenginlik, hayırlı evlat ve bunların bolluğu.

19 Şubat 2013 Salı

LİBERAL ANLAYIŞIN DÜNYASI ve BÜYÜK DOĞU

"Allah'a erme gayeli dünyayı terk, ona mahkûm olmadan hakim olmanın olgunluğu gayesine bağlanılmazsa bizzat miskinlik yatağı olarak nefsin teşvik ve telkin ettiği olarak şeytana ermedir.

Liberal iktisat anlayışı ise, ona mahkûm olarak hakim olmanın rejiminden ibarettir. 

İslam'da övülen fakirliğin aslı, maddesine hakimiyet kurduğu halde kendisi mahkûm olmayan adamın halidir!.. Yoksa dünyadan korunmak için dünyadan kaçan adam, fakir değil ruh tembelidir ve tersinden nefsinin pençesindedir.

Halbuki Ehl-i Sünnet Mezhep ve Tasavvufu, bunun tam tersini emretmektedir!..

Dünyayı imar davası ve bundan dolayı gereklerine yapışma işi olarak maddeye pençesini geçirme iştiyakı, dünyayı dünya için isteyenlerin değil tersine dünyayı ahiret yurduna geçit bilenlerin öncelikli hedefidir. Maddesine tahakküm edemeyen ruh, maddeye tahakküm eden maddecinin esiri olur. Bu da ruhun maddesiyle beraber esaretine sebeptir.

Dünyaya mahkûmiyet, insan nefsini tazyik ve tahrik eden süslerle bezenmiş dünyanın ruha nefs üzerinden sirayeti ve nüfuzudur. Dolayısı ile dünyaya el atma hakkı, insanda ruh ve nefs olarak var olan zıd temayül kutuplarının gerektirdiği ahlâk ve buna uygun bir düzen anlayışından doğabilir. Girişim ve sermaye sahipliğini (tüm çeşitleriyle mülkiyet hakkını) tabiî "insan hakları" kategorisinin merkezî şubesi kabul eden liberalizim ise bu hakikatten mahrum bir düzen anlayışını temsil eder. Dolayısı ile nefsîdir.

Düşününüz ki; araba kullanmanın, silah edinmenin, hocalık kürsüsüne çıkmanın, hastaya el atmanın "ehliyet şartları" vardır da, bütün çeşitleriyle mülkiyet üzerinde tasarruf hakkının "ehliyet şartları" yoktur!.. 

Başıboş ve ölçüsüz bir mülkiyet hakkının nasıl bir felaket doğuracağını bilen batıda bile buna dair bir düzen ve kayıt koyma ihtiyacı his edilmiştir. Müccerret bir adalet ve verimlilik ölçüsü üzerinden daimi bir mücadele mevzu olan bu husus batı için bugün halli gereken baş mesele olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yüzyılda, sosyalist ve liberal iki zıt mülkiyet anlayışı ile asılda MUTLAK ÖLÇÜ mahrumluğundan doğma boğuşmalara sahne olan batı bu hastalığını hem fiilde hem de zihniyette İslam memleketlerine taşıyarak "kriz"lerini dünya çapına vardırdılar. Nihayetinde, gayet tabiî olarak liberalizim lehine sonuçlanan bu mücadelenin sonrası bir dönemi idrak ediyoruz. İster ferd isterse cemiyet hakkı olarak mülkiyet üzerinde tasarruf hakkı meselesinin, kime ve hangi şartlarla ait olduğu meselesi başlıca bir mesele olarak durmaktadır. 

Toplu hüküm olarak belirtirsek; dünyayı tasarruf hakkı hem fert ve hem de cemiyet haklarını tanzim eden İslam'ın "zaman üstü", yani bütün zaman ve mekânlara şamil MUTLAK ÖLÇÜLERİ'nin murakebesi altında yerini bulabilir. Bu bedahattir. Yani müslümanın iman ettiğidir.

Dünyaya mahkûmiyet, insanın nefsini tazyik ve tahrik eden süslerle bezenmiş dünyanın ruha nefs üzerinden sirayeti ve nüfuzudur, demiştik. Bunun tersi ise dünyaya hakimiyetin, insanın ruhuna amade imkânlarla bezeli dünyanın nefse ruh yoluyla sirayet ve nüfuzudur. Böylece anlaşılan şuna dönüyor; Nefsin dünya hakimiyeti mi, ruhun dünya hakimiyeti mi?Liberal iktisat ve Sosyalist İktisat anlayışının ferd veya cemiyet önceliği farkıyla nefsin hakimiyetinin düzeni oldukları da bedahat!.. Ya ruhun hakimiyeti?..  Ancak İslam'ın MUTLAK ÖLÇÜLERİYLE!.. Fakat bu ölçülerle -bütün zaman ve mekâna vasfı açık- muayyen bir zaman ve mekân ihtiyacı hangi düzen ile karşılanacaktır? Soru budur!. Mesele budur!. ASRIMIZIN MARAZI BUDUR!

"Allah'a ermek gayeli dünyayı terk, ona mahkûm olmadan hakim olmanın olgunluğu gayesine bağlanılmazsa bizzat miskinlik yatağı olarak nefsin teşvik ve telkin ettiğidir." demiştik. 

Muayyen -belirli- bir zaman ve mekân ihtiyacı demek, eğer bu ihtiyaç MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı bir düzenle karşılanamazsa dünyaya mahkûmiyetin sebebi de demektir. "MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı düzen" de dünyaya hakim olmanın olgunluğu dediğimiz!.. Şimdi bu cümle vücdunun içindeki omurgayı öne çıkararak tekrar edelim. 

"Allah'a erme gayeli dünyayı terk, belirli bir zaman ve mekân ihtiyacını giderici "MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı bir düzeni" keşif ve tatbik yoluna bağlılık şuurundan doğmuyorsa bu bizzat fikir tembelliği yatağına dönmüş ÜMMETİN, liberal anlayışın teşvik ve telkin ettiği küfre ermesine varır.

Yani bugün dehşet gözleriyle izlediğimiz manzaraya!..

İster liberal siyasî doktrinin idare biçimi olarak "demokrasi" ele alınsın, isterse aynı doktrinin iktisadî nizamı olarak "kapitalizim" ele alınsın ki bunlar da nefs yolunda ve uğrunda muayyen zaman ve mekâna verilmiş sistemli cevaplardır şurası açıktır ki; aynı muayyen zaman ve mekâna ruhun hakikatinin bilgisi bizde olmasına rağmen fikir tembelliğimizden dolayı verilemeyen SİSTEMLİ CEVAPLAR, nefsin pençesine düşmek zorunlu sonucunu doğurmaktadır. 

İlk başta belirttiğimizin ilk bakışta sadece "ahlâkî" anlaşıldığı ve topyekûn ilgili sahalara teşmil edilemediği yerde bunun nasıl bir ahlâksızlık üreteceği görülmüş olmalı. 

Görüldü mü?

Muayyen zaman ve mekâna, bağlısı bulunduğumuz MUTLAK ÖLÇÜLERİ hangi SİSTEMLE tatbik edebileceğimizin TEMEL MESELE haline getirilemediği yerde -istimna çapında- fikrin fikir değil, faydasız kolaycılık ve oyalanma olduğu bilinmiş olmalı. 

Bilindi mi?

Eğer görüldü ve bilindi ise Ehl-i Sünnet Mezhep ve Tasavvufu'nun emrinin gereği olarak  Büyük Doğu-İBDA'nın icmalen neye karşılık geldiği de görüldü ve bilindi demektir. "Nakşi sırrıdır kavgam" vasıflandırmasının ruhu da, gereği de içinde olmak üzere!.. 



18 Şubat 2013 Pazartesi

TÜRKİYE KURULMAK ÜZERE... -Vesilelerin Bütünlüğünde Görünmesi Gerekene Dair Not!-

Not: Aşağıda Suriye hadislerinin 1.yıldönümü vesilesiyle yaptığım-ız teklife nazaran yazıda belirtilen teklife uyulmaması durumunda fiilen Suriye Meselesinin, Anadolu'nun doğusu da dahil olmak üzere TR'yi topyekûn "ideolojik" zaaftan kaynaklanan bir politika zaafına sokacağı -şimdi kayıp olan başka bir yazımda da- belirttiğimdi. Şimdi liberal demokrasi özlü yapısı ve zaafıyla hem "kürt meselesi" hem de " Suriye Meselesi" iç içe ve üst üste bu "zaaf"ı ifşaa edici unsur rölünü oynamak üzere!.. Bir tasfiye ve kriz sürecinin sürüklemesiyle Osmanlı'dan TR'ye geçişin kahramanlarının (!) doğuşuna şahitlik ettiğimiz gibi, pek yakında TR'den Büyük Doğu'ya geçişin KAHRAMANI'nın doğuşuna da şahitlik edeceğiz. Bu neyin neye vesile olabileceğini -hangi idrak gözüyle- görmeye çalıştığımızı gösterdiği gibi, tabiî olarak dışımıdakilere de göstermeye çalıştığımız oluyor. Görebilene!..

Notun notu: Suriye Vesilesiyle yaptığımız teklif ve bu teklifin dayandığı hadiselerin muhasebesi... Ve buna bağlı olarak aksi halde uyarısı ile zaten fiilen içine girilmek durumunda olunan vasfına dair belirttiğimiz tahmin vesaire..  Bu ihmal ve tedbir zaafı, TR'nin ve bölgenin dönüşümü sürecinde GÖRÜNMEZ değişimin GÖRÜNÜR EŞİĞİ olacak. Büyük Doğu ve Lideri'nin!.. BOLU-ANKARA hattının tesisi tavsiyemize kulak tıkayanların şahitliği altında göreceğiz bunu pek yakında!.. O'nun çıkışı ile dış tetikleyici (Suriye meselesi öncülüğünde) unsurunun bir MESELE olarak ŞOK'U üst üste denebilecek bir peşi sıralık halinde olacak. Bu bir felakat dileği değil, kaderde ne varsa o olur şuurunda yaşanılanın ötesine hazırlıkla ilgili!.

Ol bu sebepten "İDEOLOJİK MUHALEFET" kavramlaştırmasıyla, körü körüne bir sen-ben itiş kakışı değil, KURUCU ve YÖNLENDİRİCİ bir gayeye matuf (BİZ BİZE havasında) meseleler boyu İFADE'de GÖRÜNÜR KILINMASI gereken "Dünya Görüşü"nün FAYDASI'nı göstermek kastıyla.. Hadiselerin zaten dayattığı ve önüne sürüklediği bir İHTİYAÇ bu! İHTİYACIN ŞİDDETİ ne kadar kuvvetli olursa şüphesiz ikna ve mal ediliş de o kadar KOLAY olacağından, DEĞİŞİMİN MİHRAKI ister öyle isterse böyle kabul ediliyor olsun, bizim de hazır olmamız koşuluyla, işimize gelen olur. Bu dış yüz ve görünen KOLAY'a nisbetle buna hazır olmak ZORUNU başarabilmemiz şartıyla!.. 

Bu gözle zihinleri hazırlamak için "İslamcı Mücadelenin Seyri" başlıklı yazıda İHTİYAT DİLİ İÇİNDE yani en kötü ihtimal hesabı üzerinden olması gereken mücadele metodu üzerinde yaptığımız değerlendirme de "İdeolojik Muhalefetin" kaçınılması mümkün olmayan ASIL olduğunu söylemiştik. Bu ifadenin bir yanlış anlamaya yol açmaması bakımından ilavesi de şu olmalı; İdeolojik Muhalefet derken bunun ancak politik unsur ve meseleler üzerinden gösterilebilir olduğunu görebilmeliyiz. Demokratikleşme, Anayasa, Başkanlık Sistemi, Eğitim, Dış Politika, Kürt Meselesi, Suriye Meselesi tartışmaları gibi unsurlar üzerinden YOKLUĞUNUN MALİYETİNİ gösterici, dolayısı ile FAYDANIN burada olduğunu gösterici, ANA VASFI BU OLAN bir POLİTİK MÜCADELE DİLİ!.. BİZ BİZE havasında demem de şu kasıtla, BİZ OLSUNLAR İÇİN.. Bu bir iyi niyeti muhafaza olduğu gibi gelişi ve dönüşümü kolaylaştırıcı bir tutum şartıdır da!  Politik değerlendirmelerinin ve tekliflerinin hasrına girmek yoluyla kurulabilecek ilk elde bu POLİTİK HEGOMANYA, İDEOLOJİK HEGOMANYA'ya varan bir yol inşaasıdır da! 

Böylece işin sonunu görmeden, altyapısını bilmeden -en azından bundan şüphe etmemeli- aşağıda güncelliğini koruyan bir mevzuu olduğu için paylaştığım teklife şabloncu bir kafayla bakılmaması gerektiğini rica etmiş bulunuyorum. 

Meselenin üzerinden neredeyse 2 yıla yakın bir zaman geçti. Bugün yukarıda da ifade ettiğim -tahmin ettiğim- husus kapıyı çalmak üzeredir. Kaldı ki, bu mesele üzerinden göstermeye çalıştığım ŞEY şahsî kabûl edilemez. Israrla bildiğimizi tekrar hatırlatmaktan ibaret husus şudur; İsabeti halinde FAYDASI ve faydalanılması BİZE, isabetsizliği halinde ise terkinin Faydası ve faydalanılması yine BİZE olan bir cephe tecrübesi olarak BİZ, iman duygumuzu da hasrına alan "DÜNYA GÖRÜŞÜ" çapında kâmil bir birliğin kardeşliğini yaşatmak borcu altındayız! Rahmet olan ihtilaf da burada.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Suriye Direnişinin 1. Yıldönümü

Suriye'deki menfûr ve adice politika oyunları altında sergilenen katliam manzarası çok uzun zamandır milletimizin içini yakan bir hal almış bulunuyor.

En son Adem Özköse ve Kameraman Hamit kardeşimizin kaçırılmasıyla doruk noktasına ulaşan Suriye meselesi derhal çözüme kavuşturulmalıdır.

Suriye meselesinin çözümünün Türkiye açısından kendisine has ve hususî bir şahsiyet davası olarak mesût bir neticeye kavuşturulması için Büyük Doğu Fikir Ocakları olarak teklifimiz şudur (Bu teklifin şekli tartışılabilir fakat asıl olan RUHU'dur);

1) "Tampon Bölge" oluşturulması gibi Suriye bütünlüğünü bozacağı besbelli olan ve hasım güçlere karşı bir hamle imkânı tanıyan çözüm teklifleri "iyi veya kötü niyet aranmaksızın" asla kabul edilmemelidir.

2) Bugün Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi konusunda ön almaya çalışan tarafların iç çelişkileri göz önünde bulundurulursa, bunlardan da faydalanarak Türkiye'nin kendi "tarihî derinliği ve misyonu" gereği bizzat tüm Suriye'yi kuşatıcı bir anlayışla Esed rejimini tasfiye etmeye yönelmesi zarurettir.

3) Suriye muhalefetinin içine yerleştirilmiş bulunan ve Suriye halkı nezdinde bir karşılığı olmamasına rağmen emperyalist odaklar tarafından emellerine ulaşmak için elde tutulan truva atı keyfiyetindeki odaklara karşı, mukaddesatçı ve halis unsurlar kuvvetle desteklenmelidir.

4) Bu amaçla, bütün Suriye'yi zapt etmek gayesiyle TSK görevlendirilmeli, bu görev sonrası döneme ilişkin olarak "demokratik seçim vaadi" perdesi altında "mukaddesatçı ve halis unsurlar" tek çatı altında yekpareleştirilmeli, TSK'nın hakimiyeti altında tutulan Suriye, kuvvetle desteklenen bu halis kadrolara aşamalı olarak teslim edilmelidir.

5) Böyle bir hamlenin hem iç hem de dış, başta ordu üzerinde yapacağı müsbet tesirlerin sistemli bir biçimde mukaddesatçı mefkurenin mayalanması gayesi ile kullanılması için gayet ince ve sistemli bir çalışma ortaya konulmalıdır.

6) Büyük Doğu Mefkûresi'nin müşahhas tek hazır "sistem" olduğu dikkate alınarak, devletin kurmay aklı bu konu etrafında çalıştırılmalıdır.

7) Ülke içi mukaddesatçı gençliğin bütün hasis yapılardan kurtarılması gayesi ile "hiç bir hasis hesaba ve kaygı"ya kapılmadan bu mefkûreyi benimsemiş ehillerin elinde teşkilatlanması kuvvetle desteklenmelidir. Bunun adresi bellidir!..

14 Şubat 2013 Perşembe

Ölüm Odası B-Yedi -Giriş- Kitabı Üzerine

(KUNDAK DERGİSİ'NDEN ALINTIDIR)

Nevzat ŞİPLEME

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun en son yayınlanan, 783 sahifelik TELEGRAM’ı merkezine aldığı ikinci, külliyatta 57’nci, 1991’deki tutuklanmasının vesilesiyle yaşadığı, yaşatılan işkenceleri kaleme aldığı işkence kitabından sonra bu, her ne kadar mevzu ve muhteva olarak birbirinden farklı olsa da işkence mevzuunu merkezine almış olan üçüncü eseri diyebiliriz… O gün olduğu gibi bu gün de savcılık iddiasında yer aldığı gibi silahlı bir eylemi bir “terör suçu” olmadığı halde “tehlikeyi gören ağababalarının” emriyle tutuklanmış ve psikolojik ve fizikî acılara maruz bırakılmıştı.

Ama elbette bugün yaşananlar başka, bambaşka şeyler. Bu kitap okundukça daha iyi anlaşılacaktır.

28 Aralık 1998’de tutuklanmasıyla beraber geçen 15 yıldır cezaevinde bulunan Mütefekkir Mirzabeyoğlu, bu sürenin Metris Zamanları sonrası bölümünde, yaklaşık 12 yıllık süre içerisinde yaşadıklarını anlattığı bir kitap, Ölüm Odası b-yedi –giriş.
O gün özellikle fizikî işkenceyle yolundan çeviremediklerine daha sonra bir de 1999 yılında Metris çıkışları söz konusu olunca, tehlikeyi engelleyebilmenin, gelmekte olan İslâm medeniyetinin önünü kesmenin -mukadder olanın zuhuruna mani olabilmenin- yolu olarak ellerindeki hassaten elektromanyetik dalgalar üzerinden olmak üzere tüm imkânları kullandıkları bir usul olan TELEGRAM:

-“Bu, sanki bir modern büyücülük ve robot insan imâl etme hayal ve çalışmalarına mukabil, doğrudan doğruya insanı robotlaştırma işi…” (shf:9 İnsanın beyin frekansı üzerinden bir cihaz yahut cihazlar kompleksi ile gerçekleştirilen cihazın adına TELEGRAM deniyor… Tabi kelime kavramlaştıkça yapılan işin adı olarak da kabul edilir oluyor. Beyin üzerinden tüm bedeni kontrol etmeye yönelik bir teknik.

Kitaptan okuyalım: “TELEGRAM’ın, telgraf ve telefondan farkı, mukabilinde cihaz yerine insan beyni bulunması; yani zihin kontrolüne verdiğim ismin sebebi, bu benzetme içinde karşılıklı haberleşme. Bu haberleşme de karşılıklı konuşma şeklinde anlaşılırsa, inisiyatif TELEGRAMCI’nın elinde. Bildiğimiz türden karşılıklı konuşma imkânının dışında, TELEGRAMCI, düşünceleri senin suskunluğunda da, ister sorduğu zaman, ister alelâdeliğin içinde, bu marifeti de sana baskı unsuru olarak kullanmak üzere alabilmekte. Bütün duyu organları ve vücut fonksiyonları beyinde toplu ve bu yoldan vücuda tesir edebilme işi de neticede söz konusu amaca bağlı olduğuna göre, her biri ayrı ayrı ele alınabilir marifetlere sahip cihazı ve eserlerini TELEGRAM ismi ve kavramı altında anlatmayı uygun buldum-buluyorum.” (Shf:46)

Teferruatını kitaptan okumak üzere, elektromanyetik dalgalar merkezli her türlü fizikî acıların, herhangi bir bölgesinde yanma hissinin oluşturulabilmesinden, bedeninin herhangi bir noktasında ağrı hissinin oluşturulabilmesine, kalp atışlarının sayısının değiştirilebilmesine kadar birçok uygulamanın yapılabildiğini söylüyor. Bunların gerçekleştirilebildiğinin yanı sıra zihni ile irtibat kurulabildiği, mesela cep telefonu gibi düşünün diyor ama karşıdakinin elinde cihaz var buna karşılık sizin zihniniz, sizinle görüntülü/görüntüsüz konuşma yapılabiliyor.

Bu süreçte İnsanın, “kafayı mı yedim, cinlere mi müptela oldum” diye düşünmemesi ve hakikaten dengesini kaybetmemesi mümkün değil. Onlar, yani düşman da böyle düşünüyor ve bir yönü ile sahip oldukları teknolojik -diyelim- “harika”nın, küçük çaplı ”kerametleri” andırır marifetlerini bilen düşmanın “burada kafayı duvara vura vura, Allah’a söve söve gebereceksin” diye efelenmelerine yol açıyor. Ama O, Allah’ın izniyle bu oyunu hem davasının -îmânının- hem de şahsının lehine bozuyor. Dolayısı ile bu oyunu nasıl bozduğunu da anlattığı bir kitap Ölüm Odası kitabı. Aradan geçen şunca zaman içerisinde ve maruz kaldığı onca pisliğe karşı dimdik durarak, durmasını bilerek, DAVA ADAMI’nın ne olduğunu keyfiyet ve kemiyet halinde göstererek. Zira bu, ellerindeki “harika”yı, insanın ve eşyanın hakikatine dair “dine” karşı bir zafer olarak gören düşmanla insanın ve eşyanın hakikatine dair bir fikrî hesaplaşmanın da içine giriyor. Oyunu bozuyor dememiz adına telegram dediği imkânın işkence kastıyla kendisine tatbik edilmesine mani oluyor anlamında değil. Ama işin aslını ortaya çıkarıyor.

Kapalı kaldığı dört duvar içerisinde yaşadıklarını izah ediyor, oysa düşman böyle olacağını hesaba katmamıştı. Ya teslim olacak –FİKRİNİ İNKÂR EDECEK, NEDAMET GETİRECEK- ya delirecek diye düşünüyordu. Anlatsa da çevresi inanmaz nasıl olsa, onun için de anlatamaz diyordu. BETER YANILDIKLARINI GÖRDÜLER. İçerde O’nun fikrini değiştirmek, olmazsa delirtmek, olmazsa dışarıdakilerin, takipçilerinin kafayı yediğine inanmasını sağlamak bunun için her türlü maddi -teknik- yahut “ellerinde ne varsa” türünden imkânlarını seferber edenler ve dışarıda takipçilerinin kafalarını karıştırmak uğruna fikri idam etmeye, “dost- düşman kutupları” kavramlarının içini boşaltmaya çalışanlar BETER YANILDILAR. Öylesine yanıldılar ki…
Tâ ki bugün saklandıkları “güvenli dehlizlerde” bulunamayacakları, bilinemeyeceklerine olan itminanlarından ötürü pervasızlıkta -pislikte- sınır tanımıyor olmaları gibi. Teker teker ortaya çıkarılabilecekleri ihtimalini bile mümkün görmüyor olmaları gibi, ne yazık!

***

O Büyük Doğu’yu, Üstâd Necip Fazıl’ın fikirler bütününü, temel alarak bir fikriyat inşa etti, ibda etti… Ve bir yönüyle ibda, Bir kimseye kârı tamamen kendine ait olmak üzere sermaye vermek şeklinde özetlendiğine göre... FİKRİYAT’ın, imân medeniyetini kurmak şevkinde olan mânâ ve madde fatihlerine verilen sermaye olduğunun ihtarı halindeki şu ciğer yakan -yakar mı?- ifadelere dikkat edilmelidir:

“Galiba bu eserde niçin hâdiselerin hülâsa ve özünü verir, ruhunu işlerken, klâsik bir “işkence edebiyatı” içinde görünmediğim, öyle bilinmek de istemediğimi anlatmış oluyorum. Kuru bir vakıa tespitinin, herhangi birinin aile albümü kadar sizi enterese etmez bir cansızlıkta kalacağı, tam öyle olmasa bile benim mahkemeye çıkışım dolayısı ile anlattıklarımdan belli değil mi? Meğerki kuru vakıa nakli, canın cana bakmasına muhatap olsun da onunla ilim ve fikirleşsin bu iş ise sadece nadidelere mahsus; bizim anlatımımız ise niyet olarak umuma.” (Shf: 224)

***

Tüm FİKRİYATI, “Ben bir insan/Müslüman’ım” demenin, ”Ümmet” adına söylenmesi gerekenin, söylenmiş olanından başka bir şey değildir. Fakat bunun yanında, “sorun” onun duyduğu kulluk sorumluluğunun çapı ve o çapın çağırdığı meseleler ile tüm bunlardan habersiz olan okur-yazar takımının anladığı sorumluluk ile bizler gibi sıradan insanların anlayabildikleri arasındaki şuur uçurumudur.
O fikirde ve fiilde mazeretler denizinden nefsine yol bulmayı kendine ar bilmiş olan, maslahatlardan kendine bir dünya örmeyi ve dayatılmış sistemin razı olacağı şekilde “din işte bu” demeyi ar bellemiş olandır.
Dolayısı ile TELEGRAM’ı insan -Müslüman- olmak mücadelesinin bedeli olarak da görebiliriz ki insanlığımızı ona göre kıyaslayabiliriz. 1999’da tüm Müslümanların ortadan kaldırılması hesaplarının yapıldığı 28 Şubat şartlarında, küfrün, Ümmete “Allah” demeyi bile yasaklamaya cehdettiği azgınlık döneminde, “99 Ümmetin kurtuluş yılı olacak” demiş, bunu, “dik durun, karşınızda leşler var” ihtarıyla pekiştirmiş olandır.
O, bir Müslüman olarak üzerine düşenin hakkını vermeyi ve bu uğurda yaşayabileceği tüm olumsuzlukları canına minnet bilmiş ve canına minnet bilmenin ne demek olduğunu göstermiş olandır.
Nice zamandır kaybettiğimiz, Peygamberî hakikate nisbetle olması gereken halindeki, insan ve o insan için gerekli çevre nizamını fikir halinde izah etmiş olmanın yanında -yaşayarak da- tezatsız bir bütün halinde ispat etmiş, örnek olmuş, örneği olmayan, timsal olandır:

“Bu, benim yaşama mücadelesi içinde bir nefs muhasebemdir de; fikri anlamaya ve sevmeye çalışın, kendinize yarar kılın bu çileyi. Eğlencelik olsun diye yazmıyorum. Dikkat ediyorsanız sadece TELEGRAM’ı yazmıyorum, TELEGRAM’la yaşarken, vesile ve tedâî sarmaşıklarıyla hep TEVHİD’i yazıyorum; niçin yaşıyorsak, yaşamamız gerekiyorsa onu…” (Shf: 212)

O, yaşadığı en ağır şartlarda bile Ümmetin evlatlarına OLUN ihtarını veren, en ağır şartlarda bile yaşadığı her şeyi bir yönü ile hayalini kurduğu medeniyetin, insan ve nizamın, doğması için gerekli malzeme haline getiren, olmanın yollarını göstermeye dair vesile kılan ÖYLE bir ADAM.

Aldığı nefesi bile insanlık adına “yeni bir çağ” hayaline hasretmiş olan O, hâlâ cezaevinde ve maruz kaldığı her şeye rağmen üretmeye, yazmaya devam ediyor. Çağın şuuruna ve kemiyetlerine savaş açarken tüm bunları göze almış haliyle, istediğinin bedelini gururla öderken karşımızda duruyor.

Kundak Dergisi, Sayı11 (Ocak 2013)

ZİLLİ DEMOKRASİYE MERSİYE!..




Demokrasi kadar zararlı ve insanlığı kahreden bir idare biçimi, liberalizim kadar üstün fikir hakkını alışkanlıklarının reflekslerine teslim olmuş cemiyet talebinin vicdanına ezdirmiş bir idare ruhu bilmiyorum. 

Ne söylüyorsan söyle, fakat buna tam inanmadan ve bağlanmadan söyle!.. Senin bağlanacağın biricik şey şudur; Kendi hakikat aşkına değil, cemiyetin dönemden döneme değişen tercihlerine tam inan ve bağlan.

Cemiyetin tercihlerine terk edilmiş bir fikirden güzeli yoktur!..  Siz Allah'ını terk edip çoğunluğa uymuş bir Peygamber duydunuz mu hiç? Zaten onlar demokrasi getirmediler(!)..  Böyle demokrasi kültürlü fertlerden müteşekkil bir toplumda bırakınız HAK ve HAKİKAT bağlılığını batıl da olsa, mücerret de olsa, hakikat aşkından eser kalabilir mi?

Siz putları aşağılama hürriyetine ancak Allah'ınızı aşağılama hürriyetini tanıdığınız kadar sahip olabilirsiniz!.. Böyle bir demokratik kültüre ermiş bir cemiyette ne put ne Allah bağlılığından söz edilebilir mi? Puta saygılı bir Allahlı, Allaha saygılı bir putçu?!.. Hangi mukaddes yaşar böyle kahpe bir düzende?

Uğruna bütün bir insanlıkla kavgaya ve mücadeleye giremediğin hangi fikir ve inanış SENİN ŞAHSİYETİNDİR Kİ!.. Her bir ferdinin şahsiyet sahibi olduğu bir cemiyette kavga olur, sahici barış olur, yemeğin lezzeti, mücadelenin doğurduğu hak edilmiş tam bir zaferin neşesi veya yenilginin acısı olur. 


Demokrasi de ise her şey mış gibi olmak sınırında.. Vatensever miş gibi olun, Allahsever miş gibi olun, namaz kılar mış gibi olun, tesettüre bürünür müş gibi olun hatta işçi emeği taraflısı gibi olun, sosyalist miş gibi olun, ana imiş, evlad mış gibi olun, yâr mış gibi, koca-karıymış gibi olun, Allahsız mış gibi, Müslüman mış gibi olun!.. Kısaca İNSAN mış gibi olun!.. Böyle sürüngence ve yavşakca inanın ve fikredin olur mu? Çünkü Demokrasilerde İNSAN MIŞ gibinin HAKKLARI, fikrmiş gibi, inançmış gibinin hürriyeti olur!.  Demokrasilerde fikir ve inanç dediğiniz işte tam da bu yüzden zaten her an terk edebileceğiniz bir eşya gibi bir şeye dönebildiğince makbuldür!. Üzerinde pazarlık edebileceğin kadar inan ve bağlan kısaca!.. Kısaca SUKÛNÊT ve AŞAĞILIK BİR BARIŞ VE İSTİKRAR ADINA ardına kadar aç İNSANLIĞININ bacaklarını zevkini çıkar! Aksi halde biliyorsun İNSAN-MIŞ gibi olanların yavşaklığı çıkmasın diye ortaya İNSAN olana bomba, kıyım ve ölüm olarak nasıl taşıdıklarını BARIŞ VE İSTİKRARI!..

13 Şubat 2013 Çarşamba

Stratejik Derinlikte Yırtık - Ahmet Davutoğlu Vesilesiyle


"Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz!"
 Salih Mirzabeyoğlu

Genç Adam- Türkiye'nin "yeni" dış politikasını anlamak için en önemli kaynak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun teorik eseri olarak bilinen "Stratejik Derinlik" adlı eser. Bu eser üzerinden Türkiye'nin "yeni" dış politikasını dayandırdığı anlayışı ve buna bağlı olarak ortaya konulan stratejiyi konuşalım istiyorum.

A.Kuloğlu- Hay hay, konuşalım.

Genç Adam- İlk önce dış politika dediğimize göre, iç politika ile olan alakasıyla başlasak?

A.Kuloğlu- İç ve dış ayrımından önce toplu olarak hem iç hem de dış siyasete bağlı strateji ve politikanın dayandığı toplu ifadeyi belirtelim. Üstâd Necip Fazıl Kısakürek diyor ki;

"İslamın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir :Bütün insanlığın İslama teslim olmasını sağlayıcı usul... Teslim olmakta selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslama ermek, İslama ermekte sonsuz kurtuluşu bulmak vardır ; ve İslam siyasetinin baş hedefi, İslam ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.

Siyasetin bu esasî hedefi yolunda İslam, iki esasî vasıta kullanır : Kılıç ve kalem... Kılıç maddeyi, kalem de ruhu fethetmenin bütün vasıta ve aletlerine şamil iki remzdir."

Üstâd'ın bu ifadesinden de görülebileceği üzere siyaset "teslim olunması gereken"e çevreyi hazırlayıcı gelişi  kolaylaştırıcı bir usûl meselesinden ibarettir. Kolayca anlaşılabileceği üzere burada kritik unsur "teslim olunacak olan"ın ne olduğudur. Gayesi olmayan siyaset-usûl olmaz, olamaz!.. Neye erdirecek ve ne adına teslim alacaksın?

Genç Adam- Bu bakımdan "Stratejik Derinlik" adlı eser ne diyor?

A.Kuloğlu- İnsanları hayal kırıklığına uğratmak istemem ama kocaman bir "HİÇ" demek zorundayım. "Teslim olunması gereken"e dair kocaman bir "hiç"! Bunu biraz açalım. Türkiye'nin kemalist yapı ve alışkanlıklarından özellikle soğuk savaş sonrası dönemde kurtuluşu bir zorunluluktu. "Yeni Dünya Düzeni" gereği kemalist yapı ve alışkanlıkların "iktidar"dan uzaklaştırılması gerekiyordu. Liberal-Demokrasi temelli bir "yeniden yapılanma" sürecinin tabiî neticesi olarak bunu normal karşılamak gerekir. Dünya'nın yeniden şekillenmek zorunda olduğu bir dönemde, soğuk savaşın galibi liberal batının kendi "teslim olunması gereken"i olarak toplu siyasetinin ifadesi olan "yeni dünya düzeni" buna aykırı alışkanlıkları "lehine" değiştirmek ve çevrenin intibakını kolaylaştırmak üzere "vasıta kavramlar" üretti. İcabında İslam'a referans yapan bu kavramlar vasıtasıyla "ideolojik hipnoz" altında tuttuğu çevreyi "lehine" dönüştürmenin gereklerine yapıştı. Üstâd'ın dediği gibi, kılıç ve kalem bu esasî gayenin esasî iki remzidir ve bütün vasıta ve aletlere şamil bir genişliğe teşmil edilebilir. Kısaca bu liberal batı için de geçerli bir husustur.

Liberal batı bakımından söz konusu olan İslam Dünyası olduğunda "çevre" iki esasî şube etrafında değerlendirildi. Birincisi; Kendisini reforme etmeye hazır görenler ve/veya buna mahkûm olanlar, ikincisi ise reforma her halükarda direnecek olanlar.

Bunlardan ilki, iki zihniyete ayrılabilir. Saf iman duygusuna bağlı oldukları halde "teslim olunması gereken"e dair toplu bir sistem-dünya görüşü alternatifi olmayanlar ile kasıtlı ve bilinçli bir biçimde liberal batı değer ve sistemine bağlanmış oldukları için İslam'ı buna göre yeniden yontmaya çalışan PUT YAPICILAR. Yani kısaca birinciler "ahmâk-cahil", ikinciler ise doğrudan "münafık"lar. 

Reforma her halükarda direnecek olanlar ise yine iki kategoride ele alınabilir. Birinciler bizzat İslam'ı "yeni dünya düzeni" yerine teklif edebileceğini zan edenler topluluğu olarak ham softa kaba yobaz sınıfı, ikinciler ise İslam'a dayalı bir dünya görüşü tamlığında "yeni dünya düzeni" teklifine dayanarak, liberal batı'nın "yeni dünya düzeni"ni red edenler!.. Yani derin ve gerçek mü'min sınıfı..

Özetle;
1- Liberal batı tarafında gönüllü şuurlular ile gönülsüz olduğu halde şuursuzlar. Münafıklar ile "ahmâk ve cahil"ler.
2- Liberal batıya karşı İslam tarafında gönüllü şuurlular ve gönüllü şuursuzlar. Derin ve gerçek mü'minler ile ham softa kaba yobazlar.

Sonuçta; Münafığı, ahmâk ve cahili, ham softa kaba yobazı ile çizgisi küfre mahkûmiyet olan bir güruh! İstisnası ise derin ve gerçek mü'minler.

Münafığı, ahmâk ve cahilden ayıran husus küfre mahkûmiyet birliğinde gönüllülük ve gönülsüzlük farkından ibaret iken, ahmâk ve cahil ile ham softa kaba yobaz arasındaki birlik şuursuzluktan doğan bir birliktir.

Yani münafık doğrudan ve peşin, ahmâk ve cahil ile ham softa kaba yobaz şuur tarafından küfre teslim olmak yolunun yolcusudurlar.

Stratejik Derinlik birinci şubede gönülsüz şuursuzluk örneği olarak "teslim olunması gereken"in "sistem ve bütün"lüğünden habersizdir. ("sistem ve bütün" olmadan da birşeyler olur zannı ahmâklık, bundan habersizlik ise cahilliktir. Cehalet ve ahmâklığın burada "samimiyet"e dair doğrudan bir vasıflandırma olmadığını ve mevzuu ile kayıtlı olduğunu hasseten ve önemle belirtmek isterim. Fikir konuşuyoruz!)

Genç Adam- Bu tespitler ağır olmasına rağmen, söz konusu olan hak ve hakikat arayıcılığı olduğunda katlanılması gereken zorunlu bir geçit diye görülebilir. Böyle bakılması gerektiği meselesi bir tarafta, buna dair eserden misaller getirebilirseniz daha anlaşılır olur.

A.Kuloğlu- Eserin önsözünde Ahmet Davutoğlu final cümlesini şöyle kurmuş;

"Bu eserin zaman idraki açısından tarihten geleceğe, mekan idraki açısından da merkezden çevreye stratejik bir köprü oluşturması dileğiyle.."

Ne güzel bir dilek!. Fakat nedir o zaman idraki? O zaman idrakinin gözüne nasıl bir tarih görünmektedir? Buna bağlı olarak nasıl bir gelecek tasavvuru yaşatılmalıdır? Bu soruların cevablarının olmadığı yerde mekân idraki nasıl merkezini bulacak ve çevreye açılışlarının stratejik mevzuu ve meselelerini ele alabilecektir?

"Stratejik zihniyet ancak tarih şuuru ile, stratejik planlama ise bugünün reel şartlarına bağlıdır" derken tarih şuurundan neyi kast etmektedir? Sonuçta bugünden tarihe bakan insan, halihazır "iç alem düzeni"yle tarihe baktığında neler çıkarmaz?!.. Ortaya teknik bir tarihî vakıalar yığını koyduktan sonra, bunu anlamlandırma işi söz konusu olduğu andan itibaren, halihazır şuurun devreye girdiğini kimse inkâr edemez. Bu eserde stratejik zihniyet konusu esasî bir temel olarak sunulduktan sonra, bunun stratejik planlamanın muhtevasını, özünü ve gayesini belirleyen tarih şuuruna bağlı olduğu belirtiliyor. Fakat sonuç!.. "Tarih şuuru" kavramına bağlanan stratejik zihniyet ve bunun müşahhas planda bugüne tatbiki olarak stratejik planlama şüphesiz "tarih şuuru"nun müphem bırakıldığı yerde bizzat kendisi müphemdir!.. Eserin bu temel zaafını diğer bölümlerinde stratejinin teknik unsurlarıyla kayıtlı akademik malûmat aktarıcılığı havasından süzebiliriz. Türkiye'nin kemalist tarih anlayışının Anadoluyu müslümanlık keyfiyetinden (keyfiyeti bu olan mekân idrakînden de) kopartmaya çalıştığı açıktır. Tarih şuuru derken belli belirsiz ve genel "Müslüman Anadolu" kavramı merkezinden çevreye açılmış bir Osmanlı-Selçuklu gerçeğine rağmen bir "değer-keyfiyet-ideal" ölçüsü tutturmak hem mümkün değildir, hem de hayal edilen böyle bir tarih anlayışı-zihniyeti olsa bile bu tek başına "sistem" bütünlüğü demek değildir!..

Genç Adam- Osmanlı-Selçuklu'dan "değer-keyfiyet-ideal" ölçüsü tutturmak mümkün değil derken kastınız nedir?

A.Kuloğlu - Kastım sırf bunu söylemiş olmakla bunun mümkün olmadığını belirtmek. Anadolu mekân idrakinin, Müslümanlık tarih idrakinin davet ettiği meseleler ya! Bakın mesele diyorum. Müslüman Anadolu demekle müşahhas olarak ne diyorsunuz meselesi ortada kalmaya devam ediyor. Kemalist anlayışca parçalanan ve devamlılığı kesintiye uğrayan Müslüman Anadolu tespitinden hareketle bu duruma karşı acemice bir tepki olarak içi kelle sayısınca doldurulabilecek bir sabit (!) "tarih şuuru" kavramı çözüm olabilir mi? Bu ahlâken mümkün olmadığı gibi, zamana dair ölçülendirme ölçüleri bilinmeden istense de başarılamayacak bir husustur. Zamanın "keyfiyet-değer-zihniyet" gibi ruha bağlı bir şube belirttiği göz önünde tutulursa, bütün zamanların kendisine göre değer kazanacağı "zamanüstü hakikat" nerededir? Bu belirtilmeden sihirli değnek gibi kastı okuyucuya terk edilmiş bir "tarih şuuru" ne ifade eder?!

Üstâd'ın "Çöle İnen Nur-Bütün zamana ve mekâna" adlı Allah Rasûlü'nün hayatını zevken idrak buudunda anlattığı eserinin başlığı bile neyi kast ettiğimi izaha yeterli. Salih Mirzabeyoğlu'nun "İbda Diyalektiği -Kurtuluş Yolu" adlı eserinde  "Tarih Muhasebemiz" ve "Tarih Ölçümüz" başlığında ortaya koyduğu tarih şuuru hem bizzat tarih yığınına hangi ölçülerle bakmak gerektiğini, hem de bu ölçülerle bakıldığında nasıl bir tarih muhtevasının ele geçtiğini göstermesi bakımından ele alınmalıdır. Ayrıca Ahmet Davutoğlu'nun içi boş "tarih şuuru" temelli stratejik zihniyet ve planlama tezinin bir araç olarak hangi "sistem" adına ve menfaatine kullanılabilirse bir kıymet gösterebileceğini aynı eserin "Kurtuluş Yolu" başlığında görebiliriz.

Misâl Büyük Doğu değil de liberal-demokrasi gözüyle yapılacak bir tarih okumasının ortaya koyduğu "tarih şuuru" zaruri olarak bizi liberal-demokrasi muhtevalı "yeni dünya düzeni"ne ulaştıracak bir stratejik zihniyet ve planlamaya bağlar.

Osmanlı-Selçuklu'ya da hangi ölçü ile bakacağımız ve geçmişi tecrübe verimleri halinde istikbale hazırlayıcı olsun diye hangi "sistem şuuru" ile ve için yakıt kılacağımız ancak bu berraklık sağlandığında yerli yerine oturabilir.

Genç Adam- Dilersenin dile getirdiğiniz bu temel zaafı "yeni dönem" politikaları bakımından ele alalım. Pratik sonuçları bakımından bakıldığında "yeni dönem" dış politika uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

A.Kuloğlu- Belli bir dünya görüşü açısından mevcudun tenkidi ve reddi, dünya görüşü zaafiyetinin ne demek olduğunu göstermek gayeli ayrı bir iş olabilir veya yine belli bir dünya görüşünün hakimiyet sürecinde mevcudu değerlendirici, mevcudu kendi lehine kullanmak gayeli bir iş de olabilir. Dolayısı ile "yeni dönem" dış politikasını değerlendirmek iki ayrı gaye bakımından yapılabilir. Birinci durumda eserin temel dayanağı olan "tarih şuuru" açısından zaafını belirttiğime göre benim açımdan yerine göre kendi lehime kullanacağım veya terk edeceğim herhangi bir teknik malûmat kaynağı olmaktan öte bir mana ifade ettiğini söyleyemem. İkinci duruma gelince, Türkiye'nin mevcut dış politikasını iç politikayla birlikte "bütün" politikasından ayrı düşünmemek gereği açık. Başta yaptığımız değerlendirmeyi hatırlatarak, "Stratejik Derinlik" için yaptığımız gönülsüz şuursuzluk vasıflandırmasını aynen tezahürleri olan bugünün politikaları için de geçerli kabul edebiliriz.

Liberal batı'nın "yeni dünya düzeni" hesabına bir düzenleme gayesiyle oluşturduğu politikaların Türkiye özelinde tesirlerinden duyulan rahatsızlığa mukabil -ki gönülsüzlük dediğim budur- , bizzat liberal-demokrasi muhtevasına yönelik ortaya konulabilmiş bir itirazın ve rahatsızlığın olamadığını görüyoruz. Bu "yeni dünya düzeni"nin esasını -kendi ideolojik bütünlükleri olmadığı için- kabul etmek durumunda kalan "rahatsız"ların "yeni dünya düzeni" içinde politik bağımsızlıktan ibaret bir ufka mahkûm olmaları sonucunu doğuruyor. Liberal-demokrasi muhtevalı "yeni dünya düzeni" üzerinden hakimiyetini dayatan batıya karşı, muhteva yönüyle değilde hükümranlık bakımından yükseltilen cılız itiraz sesinin cılız politikasından ibaret bir manzara... Halk gözünde işte bu cılız itiraz bile, kemalist dönem boyunca şahit olduğu şahsiyetsizliğe nisbetle bir "şey" oluyor.Tavuk gövdesinde arslan aksiyonu gibi bir garabet!. Halbuki arslan ancak arslan gövdesiyle arslan olabilir! Bu sadece Türkiye özelinde değil, fakat tüm halkı müslüman ülkelerde gördüğümüz isyan dalgası için de söz konusu edilebilecek bir zaaftır.

Genç Adam- Daha açık ifade edin desem..

A.Kuloğlu- Daha açık ifade edersem, bugün mevcud hareketleri gönülsüz olmakla birlikte şuursuzluktan doğan bir mahkûmiyet neticesine bağladığıma göre, gönülsüz olduğu halde -öyle olanlar açısından söylüyorum- batının "yeni dünya düzeni"ne karşı "yeni dünya düzeni"miz olarak Büyük Doğu esasına bağlı bir ideolojik red tavrının şifası bedahattir. Bundan daha açık ve doğrudan bir ifade olabilir mi bilmiyorum?

Ayrıca bu Anadolu Müslümanları için stratejik ve hususî bir imkândır. Tüm ümmetin kendi "hayat tarzı"na bağlı bir ideolojiden mahrum oluşundan kaynaklanan sıkıntılarına derman olucu bir "rol model" olmak fırsatıyla tarihî misyonuna avdet etmek imkânı vardır!. Ayrıca R.T. Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Beşir Atalay da içinde olmak üzere, hepsini teker teker saymanın lüzumsuz olduğu tüm Anadolu Müslüman topluluklarının üzerine düşen bir borçtur.

Genç Adam- Batının "yeni dünya düzeni" teklifine karşı gönüllü şuursuzlardan bahsetmiştiniz. Tavisiz bir tutum sahibi oldukları halde İslam'ı bizzat batının liberal-demokrasi muhtevalı "yeni dünya düzeni"ne karşı ileriye sürenler.. Bugün direniş cepheleri veya cihadî-selefî hareketler olarak sunulan müslümanları mı kast ediyorsunuz?

A.Kuloğlu- Öncelikle ve peşinen şunu söylemeliyim. Batının "yeni dünya düzeni"ne karşı toptan bir red tavrının gereği olarak mücadele edenler hangi isim altında anılırlarsa anılsınlar, bizim açımızdan mücadelesi desteklenmesi gerekenlerdir. Zıt bir itikadın dünya görüşüne karşı iman ettiği dini ileri sürmek zaafı olsa da bu böyle! Fakat şunu da görmek ve göstermek mecburiyetindeyiz, bu anlayışla ve zaafla kazanılacak bir zafer yenilgiden beter bir zafere dönüşmeye mahkûmdur. Politik olarak ortaya konulan desteğimiz ister bu sınıf için isterse sistem içi politik ufuklu mücadele edenler sınıfı için düşünülsün, ancak bir dünya görüşü bütünlüğünde verimlendirilerek gayesine erdirilebilirler. Aksi halde birisi düzünden diğer tersinden aynı akıbeti yaşama tehlikesi altındadırlar.

Selefî demiştiniz.. Bugün bu kelimeyle kast edilen bir tek zihniyet değil tam tersine muhtelif ve hatta birbirine zıt zihniyetlerin toplamı halinde "dağınık ve dağıtan" bir anlayıştır. Böyle bir anlayışla bir "dünya görüşü" yani "toplu ve toplayan" bir vasıf etrafında KURUCU TOPLU BİR İRADE ortaya koymak mümkün değildir.

Daha açık ifadesiyle, Ehl-i Sünnetin zahir ve batını ile ortaya koyduğu usûl disiplini olmadan bu iş başarılamaz!..

Böylece ihtar ve davetimizi daha geniş çapta bütün Ümmete şamil bir genişlikte tekrarlamış oluyorum. Fakat imkân olarak Üstad ve Salih Mirzabeyoğlu'nun Anadolu'lu oluşu bu genişliğin ancak merkezi Anadolu olan bir  aksiyonla çevreye doğru bir hareket metoduyla gerçekleşebileceğini gösteriyor. Bu bakımdan Müslüman Anadolu'nun "İDEOLOJİK" kuruculuk imkân ve mesuliyeti açıktır.

Genç Adam- Bir taraftan da şöyle bir hakikat var. Üstâd'ın ortaya koyduğu dünya görüşü imkânından kaçan ve sakınan bir İslamî camia gerçeği?!.. Bunun en açık tezahürü 28 Şubat mağduru olmaktan ibaret bir "mazlûmluk" çapında Salih Mirzabeyoğlu'nun ele alınıyor oluşu, bu konuda bağlılığınız ortada bir insan olarak neler söylersiniz?

A.Kuloğlu- Neler söylemek istemem desem daha yerinde olur! Merhametin vesile olduğu çok şeyler olabilir bu ayrı bir mevzuu fakat hakikatte merhamete ihtiyacı olanın, izahını yapabildiğimi ümid ediyorum, başta Anadolu Müslümanları olmak üzere bütün bir Ümmet olduğu açık değil mi?!.. Ve Salih Mirzabeyoğlu'nun şu demokratik hürriyet (!) ortamında kendisi hala cezaevinde olmasına rağmen teklif ettiği dünya görüşünü izah ettiği eserleriyle hangi çapta bir MERHAMET gösterdiği!.. Eğri oturup doğru konuşalım. İnsan hakkını verebilir veya veremez fakat merhametin müslümancası da budur! İnsan hakları deniliyor ya! İnsandan murad Allah Rasûlüdür ve bizler O'nu nasıl örnek alacağımızın örneği olan sahabelerin elinden tarifini aldığımız İNSAN sınıfına girebildiğimiz kadar İNSANIZ. Hak vesaire de buna göre!!!.. İslam Fıkhının müslim- gayrimüslim haklarını derecelendirmesinin haklılığı da buradan!

Bu ruh ve anlayış gözüyle bakarsanız, Salih Mirzabeyoğlu  üzerindeki ÜMMET HAKINI müslim ve gayrimüslim çapında vermiş bir alacaklıdır. Elbette mevzuu şahıs değil, "işi ehliyetliye verme" mukaddes ölçüsünün hasrında ahlakî bir borç! Altyapısı olmayan adamın bu bakımdan mesuliyetini hafifletmek mümkündür, fakat altyapısı olanın mesuliyetine mukabil "ademe mahkûm etme" tavrını ne ile izah edeceğiz!

Allah ne eyler bilmiyorum. Ne eylerse eyler, güzel eyler derim. Fakat özellikle hem mesuliyet derecesi bakımından üstlerde hem de fiilen üstlerde olanların O'nun üzerinden bütün bir ÜMMETİ mahrum ettikleri "dünya görüşü" yokluğundan doğan ızdırapların hesabını nasıl verecekler?!

Şüphesiz insan cahil ve cesur oluyor!

Genç Adam- Diğer bir sohbette devam etmek üzere şimdilik sözü sonlandıralım mı? Ne dersiniz?

A.Kuloğlu - Son söz hakkımı kullanarak eyvallah derim. Şunun iyice anlaşılmasını diliyorum. Biz tüm müslümanları ve hatta daha geniş bir halka içinde mukaddesatçıları kendimizden bilmekten dolayı gereğinde merhametten doğan bir sertlikle tenkit ediyoruz. Öte yandan başlarına bir iş gelse ve geldiğinde kalem ve kılıçla savunmaktan da geri duramayız, durmamalıyız. Bu ruh yerinde sağlam durduktan sonra, hakikat arayıcılığı yolunda kemik sesi gelmesinde bir hasbilik ve yiğitlik tarafı bulabiliriz. Aksi halde iş, birbirini pohpohlamak ve hale rızalık gibi donmaya zemin hazırlar ki, bundan daha büyük bir felaket düşünülemez. Yeter ki, ortaya bir ölçü konulmuş olsun, neyi, neye göre, hangi bütünlük şuuruna bağlı olarak tenkid ediyorsunun hesabı verilebilsin.

"Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz". Bu söz bizi işte böyle sahici bir fikir çığırını açmaya mecbur olduğumuzu ihtar ediyor.

Genç Adam- Ben de size teşekkür ediyorum ve Allah'a emanet ediyorum.

A.Kuloğlu- Tüm okuyucularla birlikte siz de Allah'a emanet olun. Baki selam ve dua!


1 Şubat 2013 Cuma

TASAVVUF VE DÜNYA GÖRÜŞÜ


En baş meselelerimizden birisi, teslim olmak zorunda olduğumuz hak ve hakikatler ile teslim almak zorunda olduğumuz eşya ve hadiseler arasında, birincisine bakan yüzüyle KUL diğerine bakan yüzüyle HALİFE keyfiyetinde bir varlık olduğumuzu anlayamamamız. Bu imkânla yaratıldık.
Demek ki insanın varlık gayesi birisi derinliğine KULLUK diğeri genişliğine HALİFELİK misyonuyla tarifli. Demek ki insan birisi MUTLAK OLAN’A muhatap olmak, diğeri de eşya ve hadiselere teshir etmek liyakatleriyle techiz edilmiş bir mahlûk… Pozisyonumuz, makamımız, yerimiz bu.
Derinliğine dendiğinde MUTLAK OLANA DOĞRU, genişliğine denildiğinde EŞYA VE HADİSELERE DOĞRU şeklinde yönünü işaretlediğimiz insanî aksiyon ve bunun eserlerinin iki temel sorunun cevabını vermekle mükellef olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki temel soru şudur; Teslim olmak zorunda olduğumuza NASIL teslim olacağız? Teslim almak zorunda olduğumuzu NASIL teslim alacağız?..
Birinci sorunun cevabı HAK MEZHEPLER’den müteşekkildir. Yani teslim olunacak olan ALLAH VE RASÛLÜ’NE Nasıl teslim olacağımızın şifreleri, tarifleri, edepleri vs… HAK MEZHEPLER birisi zahiri diğeri batinî olmak üzere BİR HAKİKATİN iki yüzü şeklinde ŞERİAT VE TASAVVUF’tan müteşekkildir.
İkinci sorunun cevabı ise, yönü eşya ve hadiseler olduğundan her daim yenilenmesi ve yürümesi gereken DÜNYA GÖRÜŞÜ’dür. Dünya Görüşü eşya ve hadiseleri teslim almakla mükellef olan İNSANIN, bunu NASIL yapacağını bilmesi ve bildirmesidir.
Değişmez ŞERİAT VE TASAVVUFUN bize bildirdiğ ve erdirdikleriyle, değişen eşya ve hadiselerin doğurduğu İHTİYAÇLARIN giderilmesi şeklinde tarifini bulan sistemli bütüne; Dünya Görüşü diyoruz. Böylece anlaşılıyorki, dünya görüşü ŞERİAT ve TASAVVUF karşısında mahkûmiyetin, eşya ve hadiseler karşısında ise bu mahkûmiyetin HAKİMİYETİ olarak FİKİRDE KULLUĞUN hakkı verilmiş İDEOLOCYASINI (FİKRÎ BÜTÜNLÜĞÜNÜ) temsil ediyor. Daha doğrusu hakkı verilebildiği nisbette KULLUĞA BAĞLI HALİFELİĞİN fikrî hakkı ödenmiş oluyor. Bugün tek İslamî Dünya Görüşü BD-İBDA’dır. Bütün ümmetin ortaya koymakla mükellef olduğu bugünün “eşya ve hadiseleri”ne İSLAM’IN ÖLÇÜLERİYLE nasıl cevab verileceği meselesi böyle anlaşılmadıkça… Ve bunun KULLUK demek oluşu…
Eğer bu anlaşılıyorsa, ŞERİATININ uygulanması ve yaşanması olarak TASAVVUFA nazaran, DÜNYA GÖRÜŞÜ’nün uygulanması ve yaşanmasının SİYASET demek oluşu da anlaşılır. Üstün mânâsıyla Siyaset de budur.
Nasıl tasavvuf ŞERİAT ile sımsıkı çerçeveli ise, siyaset de DÜNYA GÖRÜŞÜ ile sımsıkı çerçevelidir. ÖYLE OLMALIDIR. Öyle olmaz ise Şeriatsız tasavvufun neticesinin zındıklık oluşu gibi, Dünya Görüşü olmadan siyasetin neticesi de Sosyalist İslam olur, Demokratik İslam olur, Ulusalcı İslam olur, yani İslam’ı yedeğe alıcı sapıklığa yol açar… Eğer dünya görüşü varsa buna sadakat varsa bundan korunmak mümkün olur.
Şeriata nisbetle tasavvufun “hâl” rejimi oluşu ve gayesinin “Şeriat”ın nasıl yaşayan bir ”hâl”e dönüştürüleceği meselesinde düğümlü olduğu göz önünde tutulursa, tasavvufu red eden Şeriat iddiacılarının düştüğü garabete eş şekilde, dünya görüşüne bağlı siyaset şartını bilerek veya bilmeyerek fiilde red edenlerin düşeceği durum; silahı, techizatı, sistemi olmayan bir ordunun şapa oturmuş halinden ibarettir. Şüphesiz savaşı ancak insan yapar fakat bu demek değildir ki, silahsız, techizatsız, sistemsiz yapar… Silaha, techizata, sisteme “savaşı ancak insan yapar” hakikatine ancak böyle tersinden bakan bön karşı çıkabilir. Ve daima savaşı kaybetmeye mahkûm olur.
Tasavvuf ve Dünya Görüşü ve bunun hayata aktarılması bakımından tarikat ve siyasetin nisbetini his ettirebildiğimizi düşünerek, “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” isimlendirmesinin herhangi bir kayıt altında almadan belirttiği inceliği de göstermiş oluyoruz.
İçe doğru nefsin tepelenmesi ve şeriatın içte yol kılınması aksiyonu olarak tarikatın İÇ İHTİLAL’ine mukabil, Dünya Görüşü’ne bağlı siyasî aksiyonun aynı gayeye ermek isteyenler için şartları hazırlayıcı DIŞ İHTİLALİ…