21 Şubat 2013 Perşembe

İKTİSADİ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER


 

(kapitalizim, burjuvazi)


Liberal iktisatçıların piyasa çeşitleri üzerindeki tartışmaları Adam Simith’ten beri süregelir, kim bilir belki daha eskidir, bizim bildiğimiz bu. İktisatçıların gayet net bildikleri şey; saf liberalizim yanlısı klasik iktisatçıların teorilerini tam rekabet piyasası diye tanımladıkları piyasa çeşidine dayandırdıklarıdır. Peşin kabul edilen bir mesele. Olması gereken bu diyorlar. Fakat bildikleri bir piyasa çeşidi daha var, monopol-tekel piyasası. Klasik iktisatçıların yüzlerini buruşturan bir piyasa bu. Bunların dışında monopolcü rekabet piyasası ve oligopol piyasa var.
Bugün için dünyada gittikçe şiddetlenen oranda sermaye-servet yoğunlaşması gözlüyoruz. Bu bir nevi Kast Sistemine dönüştü. Bunu biz söylemiyoruz. Rakamların tespit ettiği bu. Hani şu meşhur nüfusun %20 si gelirin %70 ne sahip türü açıklamaları bilirsiniz. Gelir dağılımı ile ilgili bu ölçü Lorenz eğrisi diye bilinir. Bizim dikkati çekmek istediğimiz konu ise servet dağılımı. Servet dağılımını geçmiş dönemin gelirlerinin bir toplamı, stoku olarak anlamak gerek. Gelir ise servete bağlı. Yani iç içe bir oluş söz konusu. Servet-sermaye birikimi gelirin yönünü belirliyor, gelir ise servet-sermaye birikiminin kaynağını oluşturuyor. En basit mantığa sahip olanın bile kolayca anlayabileceği, zamanla yoğunlaşmanın hızlanacağıdır. Nitekim olan da budur.
Sosyalist sitemlere sahip ülkelerde de sermaye-servet birikimi şart görülmüştür. Zira sermaye birikimi olmadan kalkınma ve refah oluşamazdı. Her ne kadar yoğunlaşma, kalkınma ve refah amacına bağlı görünse de aslında kalkınma ve refah iki zıt amaçtır. Bunu şöyle açıklayalım; diyelim ki bir ülke 100 birim kaynak üretiyor, bu 100 birimin misal olarak 80 biriminin yatırım mallarına 20 biriminin tüketim mallarına ayrıldığını düşünelim. Bu duruma göre kalkınmaya daha fazla kaynak aktarmak için refaha ayrılan payın düşmesi gerekir veya tam tersi refah için kalkınmaya daha az kaynak ayrılmalıdır. Sosyalist ülkeler, soğuk savaş döneminde kapitalist ülkelerle çok şiddetli bir rekabete girdiler. Hatırladığım kadarıyla Berlin de yayın yapan Doğu Almanya televizyonunda (TV4) Sovyetler Birliği’ndeki inanılmaz tarımsal kalkınmanın hikayesi anlatılırken, biçerdöverlerin bereket fışkıran buğday tarlalarındaki ilerleyişi mutlu çiftçilerin gülen yüzleri eşliğinde anlatılırdı. Bu arada ben 8 yaşlarında evimizin penceresinden harabe evler yığını doğu Berlin’i seyrederdim. Çocuk aklımla bir tuhaflık sezer gibi olurdum. Nasıl oluyordu da bu şehir bu hale gelebilirdi? Bu şiddetli rekabet sosyalist merkezi planlamasının kaynakları daha fazla oranlarda yatırım-kalkınma mallarına ayırmasına sebep oluyordu. Tüketim mallarına ayrılan pay giderek daha çok kısıldı. Kapitalistlerin verimlilikte daha iyi olmaları daha doğru bir ifadeyle sosyalistlerin verimsiz olmaları da bu tavrı güçlendirdi. Zira verimsizliğin üretimde doğurduğu kayıplar, daha fazla kaynak ayrılarak çözülmeye çalışıldı. Misal olarak Sovyetlerde büyüme oranları gerçekten çok büyüktü, tabii ki tüketicinin aleyhine olarak. Tüketici dediğiniz kesimin çoğunluğu kimdi? İşçi sınıfı. Artık değeri üretenlerin, değerlerine el konulmuş oldu. Kim el koydu? Hakimi işçi sınıfı olan devlet! Niye el koydu? İşçi sınıfının dünya üzerindeki hakimiyetini korumak ve geliştirmek için!... İşçi ne oldu, yandı kül oldu!...
Bugün artık sosyalist uygulama diye birşeyden söz etmek mümkün değil. Uygulama sahasından çekilmenin getirdiği bozgunla ideolojik olarak moda olmaktan çıktı. Zaten bu işi moda olarak görenler baştan işin içinde değillerdi. Fikri savunucuları ise, kapitalizimin iç çelişkilerinin artmasını ve doğacak yeni güne merhaba demek için bekliyorlar. Biz de bir iç çelişki görüyoruz fakat onların gördüğünden farklı. Hayatı, iktisadi ilişkilerde var kabul edilen bir zıtlığın üzerine bina etmek bizim için anlamsız. SEMPTOM diyorlar sanırım tıpçılar, iktisadi ilişkilerdeki bu zıtlığı biz semptom nazarıyla görüyoruz. SEMPTOM (halk arasında hastalığın belirtisi denen bulgu), hastalığın kendi değil de onu bize bildiren arizi sorunlardır. Semptomlar baskı altına alınabilir, fakat bu HASTALIĞI tedavi etmez. Sosyalist denemeyi, semptomların hastalık zan edilerek baskı altına alınması şeklinde tarif edebiliriz. Biz ise kapitalist iktisadi ilişkilerde ki çelişkiyi, nefs-i emmarenin iktisadi zemindeki belirişi olarak görüyoruz. Patron-işçi, bürokrat-sivil, kadın-erkek hepsi insanın vasıflandırılışı olduğuna göre, bu vasıflandırılışa kaynaklık eden iktisadi, siyasi ve içtimai her zeminde, nefsin ve tabii ki ruhun beliriş imkanını tanıyoruz. İslam tasavvufunda Nefsin Mertebeleri bahsine anahtar olarak bakabilirsiziniz. Nefs-Ruh zıtlığı içinde, birbiri üzerinde hakimiyet derecelerine göre yapılan sınıflandırma bize bazı şeyler fısıldamaktadır. Esasta iç mücadele konusu olan nefs-ruh mücadelesi, dışa doğru kendini inşa ederken işgal ettiği içtimai mertebeye bağlı olarak kendi kurumlarını ve yaşam tarzını-ahlakını belli eder. Misalimize geri dönelim, nasıl ki hastalıkla mücadelede koruyucu tedbirler işin esasını teşkil ediyorsa, yani bu esas bir sağlık hali anlayışı-tanımı üzerine bina ediliyorsa, bir iktisadi, siyasi ve içtimai düzenleme de bir sağlık anlayışının üzerine bina edilmelidir. Biz buna fert-topluluk hakikati diyoruz. Buna göre bu düzenleme faaliyetleri tedaviyi kabul ettirici, tedavi edici, koruyucu ve güçlendirici safhalarını ihtiva edecektir. Yani ferdin nefsiyle mücadelesini başlatmak, bu mücadelede ruhun hakimiyet imkanlarını sağlayıcı vasatı oluşturmak, bu şartları korumak ve geliştirmek. Bunun dış şartları “ESAS HUKUK” tarafından belirlenirken, bu hukukun murad ettiği AHLAKI temin edici içtimai, siyasi, iktisadi...vs yapının tesisini gerçekleştirmek. Öyleyse biz bu yapıdan telkin vasıtası olmak borcunu da ifa etmesini bekleyenlerdeniz. Geçen yazımızda patron sınıfının yetiştirilmesi konusunda Tüccar Ocağı kurumunu teklif edişimizdeki gaye anlaşıldı herhalde. “ESAS HUKUK”un memurluk zihniyetinin, yani kör nefse zıtlık seciyesinin patronunu yetiştirmek!...
Kalkınmanın ve refahın amacı nedir? Bu soru bizi ister istemez, insanın gayesi nedir sorusu ile karşı karşıya bırakır?... Kapitalist anlayışa göre, kalkınmanın amacı refahı arttırmaktır. Her ne kadar bir kısım iktisatçılar, iktisadı daha teknik bir ilim şubesi olarak kabul etseler de sonuçta her ilim şubesi gibi iktisat da varlık hikmetini izah etmek borcundan kurtulamaz. İktisat kıt kaynaklarla sonsuz insan ihtiyaçlarını tatmin etme sanatıdır. Tatmin olmak!... İşte refah bu anlayışa göre insanların ihtiyaçlarını en fazla miktarda ve çeşitte karşılama derecesidir. Yani tatmin derecesi!... Mutluluk, tatmin derecesinin artmasıyla artar, azalmasıyla azalır. Bu konuda okuduğum bir ders kitabında bir araştırma yapıldığı yazıyordu. Bu araştırmaya göre zenginlikle, mutluluk arasında sıkı bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Hep misaller vermek yolunu tercih ediyoruz, zira suretler olamadan manalar tecelli etmez!... Misalimiz bir adam, her tarafına iğneler takılmış, çeşitli serumlar ve ilaçlarla beslenmekte, uyuyor. Çeşitli aletlerle mutluluk hormonları takip ediliyor. İstediği her türlü hayatı rüyasında yaşatmak imkanı var. Adam tebessümler içinde!...
Adamı ne mutlu edecekse, o yaşatılıyor. Şimdi 50 milyon adamın bu şekilde yaşatıldığını düşünün. REFAH en üst düzeyde gerçekleşmiş olacaktır. Maksat mutluluk değil mi?... Mesele kapanmıştır. Gerçekten de kapitalist anlayışın kurduğu yaşam tarzı kimi ne mutlu ediyorsa, o şeyi ona sağlamak üzerine kurulacaktı. Tabii ki ne kadar mümkünse, şu ne kadar mümkünse sınırı yok mu!... Bütün illet bundadır. Zira hukukta diğer insanların hakları, siyasette çoğunluğun üzerinde azınlığın hakları, iktisatta gelir vs... Buna göre refah, diğerlerinin sizin hürriyetinizi (!) hazmedebilme kabiliyetine göre genişleyen bir kavram!... Bunu keşfetti batı. Fakat bu sınırlama ihtiyacı da boşuna değil tabii çünkü sınırlar düzen ihtiyacından doğar. Öyle ise Kapitalist İktisat, bir düzen fikridir. Neyin düzeni? Eğer siz faydayı fert ve toplum için o fayda ne olursa olsun tatmin etmek üzerine kuruyorsanız, bunun adı İslam indinde bellidir. Nefs-i emmarenin bencilliği düzeni. Bunun en müşahhas misalini hukukta görmek mümkün, livatanın meşrulaştırılması, serbest birliktelik kurumu,uyuşturucu kullanımının serbestleştirilmesi vs. Konumuz iktisat olduğundan biz oradan devam edelim. Bildiğiniz gibi Batı da bir nüfus problemi var, bu problemin çözümü için pirim usulü kullanılıyor! Mesele üretici genç gücün üretilmesi, bu amaçla ister aile kurumundan isterse serbest yaşamdan olsun her kelle başına artan pirim var! Yeter ki doğur. Fayda elde etmek imkanını, yani gelirini arttırmak istiyorsan karşılığında faydamı arttır! İşte burjuva anlayışı budur. Burjuvayı tanımak lazım, burjuva nefs-i emmarenin sermaye sınıfıdır. Kavramları karıştırmayalım, bizde ise tüccar kör nefse zıtlık seciyesinin ve bu seciyenin nizamını temsil eden sermaye sınıfıdır.
Biz kendi refah açıklamamızı yapalım, bizde dünya ahirete tarladır. Biz dünya üzerinde tasarruf hakkımızı ahiret yolculuğuna hazırlık şartlarını iyileştirmek olarak açıklarız. Bu açıklamanın gösterdiği şudur ki; refah, insanın insan olma memuriyetini gerçekleştirebilme imkanlarının çokluğu, bolluğudur. Bunun iktisadi anlamı, “BEREKET” tir. Hayırlı mal, hayırlı zenginlik, hayırlı evlat ve bunların bolluğu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder