14 Şubat 2013 Perşembe

Ölüm Odası B-Yedi -Giriş- Kitabı Üzerine

(KUNDAK DERGİSİ'NDEN ALINTIDIR)

Nevzat ŞİPLEME

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun en son yayınlanan, 783 sahifelik TELEGRAM’ı merkezine aldığı ikinci, külliyatta 57’nci, 1991’deki tutuklanmasının vesilesiyle yaşadığı, yaşatılan işkenceleri kaleme aldığı işkence kitabından sonra bu, her ne kadar mevzu ve muhteva olarak birbirinden farklı olsa da işkence mevzuunu merkezine almış olan üçüncü eseri diyebiliriz… O gün olduğu gibi bu gün de savcılık iddiasında yer aldığı gibi silahlı bir eylemi bir “terör suçu” olmadığı halde “tehlikeyi gören ağababalarının” emriyle tutuklanmış ve psikolojik ve fizikî acılara maruz bırakılmıştı.

Ama elbette bugün yaşananlar başka, bambaşka şeyler. Bu kitap okundukça daha iyi anlaşılacaktır.

28 Aralık 1998’de tutuklanmasıyla beraber geçen 15 yıldır cezaevinde bulunan Mütefekkir Mirzabeyoğlu, bu sürenin Metris Zamanları sonrası bölümünde, yaklaşık 12 yıllık süre içerisinde yaşadıklarını anlattığı bir kitap, Ölüm Odası b-yedi –giriş.
O gün özellikle fizikî işkenceyle yolundan çeviremediklerine daha sonra bir de 1999 yılında Metris çıkışları söz konusu olunca, tehlikeyi engelleyebilmenin, gelmekte olan İslâm medeniyetinin önünü kesmenin -mukadder olanın zuhuruna mani olabilmenin- yolu olarak ellerindeki hassaten elektromanyetik dalgalar üzerinden olmak üzere tüm imkânları kullandıkları bir usul olan TELEGRAM:

-“Bu, sanki bir modern büyücülük ve robot insan imâl etme hayal ve çalışmalarına mukabil, doğrudan doğruya insanı robotlaştırma işi…” (shf:9 İnsanın beyin frekansı üzerinden bir cihaz yahut cihazlar kompleksi ile gerçekleştirilen cihazın adına TELEGRAM deniyor… Tabi kelime kavramlaştıkça yapılan işin adı olarak da kabul edilir oluyor. Beyin üzerinden tüm bedeni kontrol etmeye yönelik bir teknik.

Kitaptan okuyalım: “TELEGRAM’ın, telgraf ve telefondan farkı, mukabilinde cihaz yerine insan beyni bulunması; yani zihin kontrolüne verdiğim ismin sebebi, bu benzetme içinde karşılıklı haberleşme. Bu haberleşme de karşılıklı konuşma şeklinde anlaşılırsa, inisiyatif TELEGRAMCI’nın elinde. Bildiğimiz türden karşılıklı konuşma imkânının dışında, TELEGRAMCI, düşünceleri senin suskunluğunda da, ister sorduğu zaman, ister alelâdeliğin içinde, bu marifeti de sana baskı unsuru olarak kullanmak üzere alabilmekte. Bütün duyu organları ve vücut fonksiyonları beyinde toplu ve bu yoldan vücuda tesir edebilme işi de neticede söz konusu amaca bağlı olduğuna göre, her biri ayrı ayrı ele alınabilir marifetlere sahip cihazı ve eserlerini TELEGRAM ismi ve kavramı altında anlatmayı uygun buldum-buluyorum.” (Shf:46)

Teferruatını kitaptan okumak üzere, elektromanyetik dalgalar merkezli her türlü fizikî acıların, herhangi bir bölgesinde yanma hissinin oluşturulabilmesinden, bedeninin herhangi bir noktasında ağrı hissinin oluşturulabilmesine, kalp atışlarının sayısının değiştirilebilmesine kadar birçok uygulamanın yapılabildiğini söylüyor. Bunların gerçekleştirilebildiğinin yanı sıra zihni ile irtibat kurulabildiği, mesela cep telefonu gibi düşünün diyor ama karşıdakinin elinde cihaz var buna karşılık sizin zihniniz, sizinle görüntülü/görüntüsüz konuşma yapılabiliyor.

Bu süreçte İnsanın, “kafayı mı yedim, cinlere mi müptela oldum” diye düşünmemesi ve hakikaten dengesini kaybetmemesi mümkün değil. Onlar, yani düşman da böyle düşünüyor ve bir yönü ile sahip oldukları teknolojik -diyelim- “harika”nın, küçük çaplı ”kerametleri” andırır marifetlerini bilen düşmanın “burada kafayı duvara vura vura, Allah’a söve söve gebereceksin” diye efelenmelerine yol açıyor. Ama O, Allah’ın izniyle bu oyunu hem davasının -îmânının- hem de şahsının lehine bozuyor. Dolayısı ile bu oyunu nasıl bozduğunu da anlattığı bir kitap Ölüm Odası kitabı. Aradan geçen şunca zaman içerisinde ve maruz kaldığı onca pisliğe karşı dimdik durarak, durmasını bilerek, DAVA ADAMI’nın ne olduğunu keyfiyet ve kemiyet halinde göstererek. Zira bu, ellerindeki “harika”yı, insanın ve eşyanın hakikatine dair “dine” karşı bir zafer olarak gören düşmanla insanın ve eşyanın hakikatine dair bir fikrî hesaplaşmanın da içine giriyor. Oyunu bozuyor dememiz adına telegram dediği imkânın işkence kastıyla kendisine tatbik edilmesine mani oluyor anlamında değil. Ama işin aslını ortaya çıkarıyor.

Kapalı kaldığı dört duvar içerisinde yaşadıklarını izah ediyor, oysa düşman böyle olacağını hesaba katmamıştı. Ya teslim olacak –FİKRİNİ İNKÂR EDECEK, NEDAMET GETİRECEK- ya delirecek diye düşünüyordu. Anlatsa da çevresi inanmaz nasıl olsa, onun için de anlatamaz diyordu. BETER YANILDIKLARINI GÖRDÜLER. İçerde O’nun fikrini değiştirmek, olmazsa delirtmek, olmazsa dışarıdakilerin, takipçilerinin kafayı yediğine inanmasını sağlamak bunun için her türlü maddi -teknik- yahut “ellerinde ne varsa” türünden imkânlarını seferber edenler ve dışarıda takipçilerinin kafalarını karıştırmak uğruna fikri idam etmeye, “dost- düşman kutupları” kavramlarının içini boşaltmaya çalışanlar BETER YANILDILAR. Öylesine yanıldılar ki…
Tâ ki bugün saklandıkları “güvenli dehlizlerde” bulunamayacakları, bilinemeyeceklerine olan itminanlarından ötürü pervasızlıkta -pislikte- sınır tanımıyor olmaları gibi. Teker teker ortaya çıkarılabilecekleri ihtimalini bile mümkün görmüyor olmaları gibi, ne yazık!

***

O Büyük Doğu’yu, Üstâd Necip Fazıl’ın fikirler bütününü, temel alarak bir fikriyat inşa etti, ibda etti… Ve bir yönüyle ibda, Bir kimseye kârı tamamen kendine ait olmak üzere sermaye vermek şeklinde özetlendiğine göre... FİKRİYAT’ın, imân medeniyetini kurmak şevkinde olan mânâ ve madde fatihlerine verilen sermaye olduğunun ihtarı halindeki şu ciğer yakan -yakar mı?- ifadelere dikkat edilmelidir:

“Galiba bu eserde niçin hâdiselerin hülâsa ve özünü verir, ruhunu işlerken, klâsik bir “işkence edebiyatı” içinde görünmediğim, öyle bilinmek de istemediğimi anlatmış oluyorum. Kuru bir vakıa tespitinin, herhangi birinin aile albümü kadar sizi enterese etmez bir cansızlıkta kalacağı, tam öyle olmasa bile benim mahkemeye çıkışım dolayısı ile anlattıklarımdan belli değil mi? Meğerki kuru vakıa nakli, canın cana bakmasına muhatap olsun da onunla ilim ve fikirleşsin bu iş ise sadece nadidelere mahsus; bizim anlatımımız ise niyet olarak umuma.” (Shf: 224)

***

Tüm FİKRİYATI, “Ben bir insan/Müslüman’ım” demenin, ”Ümmet” adına söylenmesi gerekenin, söylenmiş olanından başka bir şey değildir. Fakat bunun yanında, “sorun” onun duyduğu kulluk sorumluluğunun çapı ve o çapın çağırdığı meseleler ile tüm bunlardan habersiz olan okur-yazar takımının anladığı sorumluluk ile bizler gibi sıradan insanların anlayabildikleri arasındaki şuur uçurumudur.
O fikirde ve fiilde mazeretler denizinden nefsine yol bulmayı kendine ar bilmiş olan, maslahatlardan kendine bir dünya örmeyi ve dayatılmış sistemin razı olacağı şekilde “din işte bu” demeyi ar bellemiş olandır.
Dolayısı ile TELEGRAM’ı insan -Müslüman- olmak mücadelesinin bedeli olarak da görebiliriz ki insanlığımızı ona göre kıyaslayabiliriz. 1999’da tüm Müslümanların ortadan kaldırılması hesaplarının yapıldığı 28 Şubat şartlarında, küfrün, Ümmete “Allah” demeyi bile yasaklamaya cehdettiği azgınlık döneminde, “99 Ümmetin kurtuluş yılı olacak” demiş, bunu, “dik durun, karşınızda leşler var” ihtarıyla pekiştirmiş olandır.
O, bir Müslüman olarak üzerine düşenin hakkını vermeyi ve bu uğurda yaşayabileceği tüm olumsuzlukları canına minnet bilmiş ve canına minnet bilmenin ne demek olduğunu göstermiş olandır.
Nice zamandır kaybettiğimiz, Peygamberî hakikate nisbetle olması gereken halindeki, insan ve o insan için gerekli çevre nizamını fikir halinde izah etmiş olmanın yanında -yaşayarak da- tezatsız bir bütün halinde ispat etmiş, örnek olmuş, örneği olmayan, timsal olandır:

“Bu, benim yaşama mücadelesi içinde bir nefs muhasebemdir de; fikri anlamaya ve sevmeye çalışın, kendinize yarar kılın bu çileyi. Eğlencelik olsun diye yazmıyorum. Dikkat ediyorsanız sadece TELEGRAM’ı yazmıyorum, TELEGRAM’la yaşarken, vesile ve tedâî sarmaşıklarıyla hep TEVHİD’i yazıyorum; niçin yaşıyorsak, yaşamamız gerekiyorsa onu…” (Shf: 212)

O, yaşadığı en ağır şartlarda bile Ümmetin evlatlarına OLUN ihtarını veren, en ağır şartlarda bile yaşadığı her şeyi bir yönü ile hayalini kurduğu medeniyetin, insan ve nizamın, doğması için gerekli malzeme haline getiren, olmanın yollarını göstermeye dair vesile kılan ÖYLE bir ADAM.

Aldığı nefesi bile insanlık adına “yeni bir çağ” hayaline hasretmiş olan O, hâlâ cezaevinde ve maruz kaldığı her şeye rağmen üretmeye, yazmaya devam ediyor. Çağın şuuruna ve kemiyetlerine savaş açarken tüm bunları göze almış haliyle, istediğinin bedelini gururla öderken karşımızda duruyor.

Kundak Dergisi, Sayı11 (Ocak 2013)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder