19 Şubat 2013 Salı

LİBERAL ANLAYIŞIN DÜNYASI ve BÜYÜK DOĞU

"Allah'a erme gayeli dünyayı terk, ona mahkûm olmadan hakim olmanın olgunluğu gayesine bağlanılmazsa bizzat miskinlik yatağı olarak nefsin teşvik ve telkin ettiği olarak şeytana ermedir.

Liberal iktisat anlayışı ise, ona mahkûm olarak hakim olmanın rejiminden ibarettir. 

İslam'da övülen fakirliğin aslı, maddesine hakimiyet kurduğu halde kendisi mahkûm olmayan adamın halidir!.. Yoksa dünyadan korunmak için dünyadan kaçan adam, fakir değil ruh tembelidir ve tersinden nefsinin pençesindedir.

Halbuki Ehl-i Sünnet Mezhep ve Tasavvufu, bunun tam tersini emretmektedir!..

Dünyayı imar davası ve bundan dolayı gereklerine yapışma işi olarak maddeye pençesini geçirme iştiyakı, dünyayı dünya için isteyenlerin değil tersine dünyayı ahiret yurduna geçit bilenlerin öncelikli hedefidir. Maddesine tahakküm edemeyen ruh, maddeye tahakküm eden maddecinin esiri olur. Bu da ruhun maddesiyle beraber esaretine sebeptir.

Dünyaya mahkûmiyet, insan nefsini tazyik ve tahrik eden süslerle bezenmiş dünyanın ruha nefs üzerinden sirayeti ve nüfuzudur. Dolayısı ile dünyaya el atma hakkı, insanda ruh ve nefs olarak var olan zıd temayül kutuplarının gerektirdiği ahlâk ve buna uygun bir düzen anlayışından doğabilir. Girişim ve sermaye sahipliğini (tüm çeşitleriyle mülkiyet hakkını) tabiî "insan hakları" kategorisinin merkezî şubesi kabul eden liberalizim ise bu hakikatten mahrum bir düzen anlayışını temsil eder. Dolayısı ile nefsîdir.

Düşününüz ki; araba kullanmanın, silah edinmenin, hocalık kürsüsüne çıkmanın, hastaya el atmanın "ehliyet şartları" vardır da, bütün çeşitleriyle mülkiyet üzerinde tasarruf hakkının "ehliyet şartları" yoktur!.. 

Başıboş ve ölçüsüz bir mülkiyet hakkının nasıl bir felaket doğuracağını bilen batıda bile buna dair bir düzen ve kayıt koyma ihtiyacı his edilmiştir. Müccerret bir adalet ve verimlilik ölçüsü üzerinden daimi bir mücadele mevzu olan bu husus batı için bugün halli gereken baş mesele olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yüzyılda, sosyalist ve liberal iki zıt mülkiyet anlayışı ile asılda MUTLAK ÖLÇÜ mahrumluğundan doğma boğuşmalara sahne olan batı bu hastalığını hem fiilde hem de zihniyette İslam memleketlerine taşıyarak "kriz"lerini dünya çapına vardırdılar. Nihayetinde, gayet tabiî olarak liberalizim lehine sonuçlanan bu mücadelenin sonrası bir dönemi idrak ediyoruz. İster ferd isterse cemiyet hakkı olarak mülkiyet üzerinde tasarruf hakkı meselesinin, kime ve hangi şartlarla ait olduğu meselesi başlıca bir mesele olarak durmaktadır. 

Toplu hüküm olarak belirtirsek; dünyayı tasarruf hakkı hem fert ve hem de cemiyet haklarını tanzim eden İslam'ın "zaman üstü", yani bütün zaman ve mekânlara şamil MUTLAK ÖLÇÜLERİ'nin murakebesi altında yerini bulabilir. Bu bedahattir. Yani müslümanın iman ettiğidir.

Dünyaya mahkûmiyet, insanın nefsini tazyik ve tahrik eden süslerle bezenmiş dünyanın ruha nefs üzerinden sirayeti ve nüfuzudur, demiştik. Bunun tersi ise dünyaya hakimiyetin, insanın ruhuna amade imkânlarla bezeli dünyanın nefse ruh yoluyla sirayet ve nüfuzudur. Böylece anlaşılan şuna dönüyor; Nefsin dünya hakimiyeti mi, ruhun dünya hakimiyeti mi?Liberal iktisat ve Sosyalist İktisat anlayışının ferd veya cemiyet önceliği farkıyla nefsin hakimiyetinin düzeni oldukları da bedahat!.. Ya ruhun hakimiyeti?..  Ancak İslam'ın MUTLAK ÖLÇÜLERİYLE!.. Fakat bu ölçülerle -bütün zaman ve mekâna vasfı açık- muayyen bir zaman ve mekân ihtiyacı hangi düzen ile karşılanacaktır? Soru budur!. Mesele budur!. ASRIMIZIN MARAZI BUDUR!

"Allah'a ermek gayeli dünyayı terk, ona mahkûm olmadan hakim olmanın olgunluğu gayesine bağlanılmazsa bizzat miskinlik yatağı olarak nefsin teşvik ve telkin ettiğidir." demiştik. 

Muayyen -belirli- bir zaman ve mekân ihtiyacı demek, eğer bu ihtiyaç MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı bir düzenle karşılanamazsa dünyaya mahkûmiyetin sebebi de demektir. "MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı düzen" de dünyaya hakim olmanın olgunluğu dediğimiz!.. Şimdi bu cümle vücdunun içindeki omurgayı öne çıkararak tekrar edelim. 

"Allah'a erme gayeli dünyayı terk, belirli bir zaman ve mekân ihtiyacını giderici "MUTLAK ÖLÇÜLERE bağlı bir düzeni" keşif ve tatbik yoluna bağlılık şuurundan doğmuyorsa bu bizzat fikir tembelliği yatağına dönmüş ÜMMETİN, liberal anlayışın teşvik ve telkin ettiği küfre ermesine varır.

Yani bugün dehşet gözleriyle izlediğimiz manzaraya!..

İster liberal siyasî doktrinin idare biçimi olarak "demokrasi" ele alınsın, isterse aynı doktrinin iktisadî nizamı olarak "kapitalizim" ele alınsın ki bunlar da nefs yolunda ve uğrunda muayyen zaman ve mekâna verilmiş sistemli cevaplardır şurası açıktır ki; aynı muayyen zaman ve mekâna ruhun hakikatinin bilgisi bizde olmasına rağmen fikir tembelliğimizden dolayı verilemeyen SİSTEMLİ CEVAPLAR, nefsin pençesine düşmek zorunlu sonucunu doğurmaktadır. 

İlk başta belirttiğimizin ilk bakışta sadece "ahlâkî" anlaşıldığı ve topyekûn ilgili sahalara teşmil edilemediği yerde bunun nasıl bir ahlâksızlık üreteceği görülmüş olmalı. 

Görüldü mü?

Muayyen zaman ve mekâna, bağlısı bulunduğumuz MUTLAK ÖLÇÜLERİ hangi SİSTEMLE tatbik edebileceğimizin TEMEL MESELE haline getirilemediği yerde -istimna çapında- fikrin fikir değil, faydasız kolaycılık ve oyalanma olduğu bilinmiş olmalı. 

Bilindi mi?

Eğer görüldü ve bilindi ise Ehl-i Sünnet Mezhep ve Tasavvufu'nun emrinin gereği olarak  Büyük Doğu-İBDA'nın icmalen neye karşılık geldiği de görüldü ve bilindi demektir. "Nakşi sırrıdır kavgam" vasıflandırmasının ruhu da, gereği de içinde olmak üzere!.. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder