21 Şubat 2013 Perşembe

İKTİSADÎ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER



(Ahlâk, İktisat ve İdeoloji)

Aynı aslın tezahürü olması bakımından liberal iktisadî sistem ile marksist iktisadî sistemin temel çelişkiyi temsil ettikleri tezi artık geçerliliğini yitirmiş bulunuyor. Yüzyıl sonuna kadar insan varlığını iktisadî unsurların yedeğinde ele almak zihnî çarpıklığı, bugün insan varlığının en büyük tehdidi olarak ele alınabiliyor. En azından bunun imkânları oluşuyor.

İnsan bütününü, insanî tezahür alanları olan şubelerinde kaybettiğimizi, temel meseleyi örtbas ettiğimizi kabul etmek durumundayız. Bu bir cinayetti.

Ele alınan konu ne olursa olsun, bu parçalanmışlığı rahatlıkla görüyoruz. İnsan servet ilişkisi, insan kıymet ilişkisi, insan değer ilişkisi ve insanın cemiyetle ilişkisi denildiğinde, asıl mevzunun insana nisbetle ele alınabilir bir şey olduğu, kısaca alemde insan varlığının hakikatine dair konuşulması gerektiği anlaşılmalı.

İnsanı ve dolayısı ile cemiyeti, iktisadî unsurların bir türevî olarak ele almak ile, iktisadî unsurları insanî hakikatin gerçekleşme imkânları olarak ele almak arasındaki keyfiyet farkı ortadadır. Birincisinde, insanî hakikat, insanî faaliyet sahalarından olan iktisattan devşirilebilir bir unsur haline getirilmiştir. Adeta iktisadî faaliyet ve dayandığı meta unsuru, insanın menşeî, varlığının açıklayıcısı, faaliyetlerinin takip edilmesi zorunlu kaderini tayin hususlarında konuşan, hâkim bir unsur olarak ele alınmıştır. Meta adına konuşanın kim olduğu ve hangi anlayışa bağlı olarak konuştuğu meselesi bir tarafa, bu durum insanın metaya köleliğidir. Metaya ihtiyaç duymakla, metaya kölelik farkı göz önünde bulundurulmak kaydı ile, liberal iktisadî sistem ile marksist iktisadî sistem, temelde bu köleliğin sistemleşmiş halleridir. Bu işin bir yönü olmakla birlikte, tezatlı bir ifade gibi algılanabilecek şekilde, her iki sistemin de aslında meta vasıtasıyla veya meta perdesi altında, şuurlu ve şuursuz aynı insanî anlayışa bağlı oldukları söylenebilir. Bu bakımdan meta köleliği, metaya duyulan ihtiyacın bir istismarı, bu ihtiyacın bizatihi varlık gayesi yolundan saptırılmış halidir. Bu haliyle söz konusu olan birinci derecede inanın insana köleliğidir. Dikkat edilirse bu derecede, iktisadî unsurun, insanî hakikat anlayışına bağlı olarak değerlendirilmesi ve sistemleştirilmesi söz konusudur ki, bu başta yaptığımız keyfiyet farkı vurgulamasını bir yönüyle çelen bir durum gibi gözükmektedir. Bu yeni durumda bizim benimsediğimiz tezin düzünden ifade edilmesi imkânı doğmaktadır. Ele alınan konu ne olursa olsun, insanla alem ilişkisi, insanın insan hakkındaki kabullerinin, yani imanının tezahür zemini olarak, insan aslına bağlı arazdırlar, yani ele alınışı bakımından.

Durumun her halükarda bu şekilde olduğu hakikati, bu hakikatin farkında olunduğu manasına gelmemektedir. İnanılan şey, kendini doğrulayan ve besleyen bir bünye oluşturduğu andan itibaren, sistem içi unsur olarak herşey,  alemi kendi gerçekleşmeleri boyunca kendisine şahit kılmaktadır. Toplumun genel anlayışı haline gelmiş bir sistemin, yani insan anlayışının, belli ve tayin edilmiş davranış formları kazandırdığı, bunun eşya ve hadiseler karşısında kemikleşmiş bir ahlâk oluşturduğu, meselelerin çözümüne dair talî başarıların mümkün hale geldiği, bu yolla sisteme bağlı toplum ahlâkının doğrulandığı bir “Doğru Ahlâk”ın hayatiyetini sürdürdüğü gerçeği, bizi talî başarıların veya hayatiyetin ölçülerince sınanmış birçok İnsan Anlayışı ile karşı karşıya getirir. Politik sahada tezlerin doğrulanması maksadıyla ortaya atılan unsurların adeta belirleyici tek unsurmuş gibi sunulması da bu aldatıcı güven duygusundan gelmektedir.

İdeolojinin unsurları kendi için kılması keyfiyeti olarak bünye meselesi, tek başına bir doğruluk durumu değildir. Kanserli hücreler de kendi içinde bünye olmasına rağmen, vücut bütünlüğü aleyhine oluşlarıyla, hastalık olarak vasıflandırılmaktadırlar. Galip durumda kanserli hücrelerin boşluğa düşerek kendisini de iptal etmesine kadar bu durum devam etmektedir.

Kapitalist ve Marksist anlayış bu manada iki tür kanser gibidirler. Yani unsurları kendi için kılmak keyfiyetine haiz bünye haysiyetine sahiptirler. Karmaşık yapıları gereği gelişkindirler. Bünye içi bünye durumundadırlar. Yani doğru bünyenin varlığı ile varlığı mümkün olanlardır.

Metaya yani mala muhtaçlığın varlığı, onu elinde toplayanların, ona ihtiyaç içinde olanları kendine muhtaç kılmasıdır. İster devlet elinde, ister şahıs elinde, isterse bir topluluk elinde (sınıf elinde) toplanmış olsun, isterse bunların karması şeklinde organize edilmiş olsun, malın, yani değerin toplu bir iradeye bağlanışı, insanın insana bağlanışıdır. Daha doğru ifadesiyle insanın belli bir insan anlayışına bağlanışıdır. Bu durumda ya insan vasıtasıyla, vasıta olan insanı aşan bir iradeye bağlanmak yada bağlanılan insanın bizatihi kendisine bağlanmak söz konusudur. İnsanı ister pratikte ister teoride kuru metaya bağlayan anlayışın fikrî tezahürü olarak politik iktisadî düzen, insanı kuru metaya kul köle eden, varlığını kendi varlığı için kılan narsist ve bencil bir durum ifade eder.

Mala muhtaçlık, mal vasıtasıyla Mutlak Varlığa olan muhtaçlığın görünmesi için gerekli arazdır. Malda tezahür eden ihtiyaçlık durumunun bu aslî karakterine tezatsız uygunluk durumu, bunun kabulü, yani buna imandan başlayarak, bu kabul ve imanın fikrî sistemi ve uygulaması ile carî kılınması ve her daim bu kabul ve imana bağlı olarak yenilenmesi bütünlüğü, GENİŞ VE KÂMİL manasıyla “Ahlâki Rejimi” ifade eder. Ahlâkın bünyeleşmesi bu duruma göre, Mutlak Varlığın iradesine ram olmuş insan iradesinin, dışa doğru tamimleşmesi, unsurları Mutlak Varlık için kılmasıdır, yani kendisi için! Bu ideal durumda unsurları kendi için kılan insanî hakikatin bizzat kendisinin Mutlak Varlık için oluşu tezahür eder. Böylece hakikatte Mülkün Mutlak Varlığa ait oluşu ve bunun insan eliyle gerçekleşmesi aksiyonu zuhur eder. 

Dışa doğru tamimleşme, doğru düşünce faaliyetini şart koşar. Doğru düşünce faaliyeti, doğru düşünceye göre fikir değil fikirdendir. Fikirden olanın fikre uygunluğunda zahirî uygunluk, onu dillendirenin hali –iç oluş-u ile uygunluğu demek değildir. Eğer dış oluş olarak fikrden olan, fikre nisbetle –iç oluş-un tezahürü şeklinde uygun ise, fikrden olan fikirdir. O değil Ondan, bu yüzdendir ki O dediğimiz durum ancak yapılan işin hale uygunluğuncadır. Bu yüzdendir ki ikinci derece "O" keyfiyeti, iç oluş şartına bağlıdır, yani –hal-e.  Ondan olan O’na varmak için ele alınmadıkça, Ondan olduğunun bilinmesi bilgi olarak doğru, fakat faaliyet olarak yanlıştır!

İdeolojik eğitim, her şeyden önce ideolojinin bağlı bulunduğu “Ahlâk”a vardıran bir yol olarak ele alınması gerektiği şuuru ve haliyle başlamalı. Tersinden bir misalle; Markolog olmakla marksist olmanın aynı şey demek olmadığı hatırlanmalı.

Azim Ahlâk yolunda gerekli unsur olarak ideoloji ve ona bağlı siyaset, Azim Ahlâktan beslenen batinî çabayla hayatiyet kazanır. Daha doğru ifadesiyle ideolojik mücadele, sanıldığı gibi pür fikrî bir mücadele değil, ahlâki mücadelenin fikrî tezahürü olarak, asılda sırf ahlâki mücadelenin devamı niteliğindedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder