12 Ocak 2013 Cumartesi

İMRALI SÜRECİNİN GÖSTERDİKLERİ-3






Avrupa'da Fransa denilince, Siyonist politikaların hamisi akla gelir!.. Hem en son işlenen cinayetler, hem de Suriye, Lübnan gibi Fransa hakimiyetindeki ülkeler gerçeği dikkate alındığında, İsrail ile birlikte Akdeniz Birliği girişimi -ki Libya, Tunus ve Kıbrıs Rum kesimini de ilave edilmelidir- Fransa ve İsrail için "hayat alanı"dır.


Bugün Türkiye bu "hayat alanı"na karşı hem Afrika hem de Ortadoğu üzerinden Anglo-Sakson politikanın estiği yönde hareket ediyor. Türkiye'nin bu bakımdan Anglo-Sakson Devletler politikalarıyla örtüşmesi tabiîdir. Başbakan'ın Fransa'ya karşı sesini yükseltmesi böyle okunmalı.. Ve bu tabiî çıkış ve itirazın devamının geleceğini bekleyebiliriz.


Fransa’nın sosyalist ve milliyetçi kodlarını bilenler açısından, geçmişte Abd’ye karşı DeGol’ün izlediği Avrupa’yı bağımsızlaştırma politikalarına eş bir şekilde, bugün AB’nin kan kaybı yaşadığı şartlarda Fransa’nın yeni arayışının bir Akdeniz Birliği gayesine bağlandığını tespit edebiliriz. Eski haşmetli konumuna yükselmek emelindeki Fransa bu bakımdan Afrika’nın kuzeyi ile de ilgilidir ve bu Fransa için bir istikbâl meselesidir.


İsrail’e gelirsek, Konya büyüklüğünde bir kara parçasına sıkışmış bir ülkenin, Ortadoğu bütünlüğü ve birliğine yönelik politikası daima siyasî çatışma ve kaosu körüklemek her türlü birlik tezahürüne karşı durmak şeklini muhafaza etmiştir.


Abd-İsrail birlikteliğinin, Abd’yi baş hasım haline sokucu sonuçları sonrası Abd İsrail’in bu değiştirilemez Ortadoğu politikasından uzaklaşmaktan başka çare bulamadı. Abd Ortadoğu’da belli merkez ülkelerin etrafında şekillenmiş ve birbirlerine karşı hayatî çıkarları gereği konumlanmış bir statüko hayalini, İsrail’i de güdümüne almak ve düşürüldüğü durumdan çıkmak için elzem görüyor.


Bu ülkeler başta Türkiye olmak üzere, Mısır, İran, Körfez Ülkeler Birliği ve İsrail’den ibarettir.


Abd ve İngiltere’nin Ango-Sakson “devlet” merkezli politikalara bu şekilde dönüşü, İsrail’in ve bağlısı sermayenin stratejik olarak Fransa ile birlikte Akdeniz Birliği’ne dahil olması ve hatta bu birliğin mihver ve lider ülkesi olarak Fransa’nın eski sömürge sahalarına da sahip çıkacak çapta Ortadoğu sahasında derinliği olan bir ülke konumuna yükselmesi için kaçınılmaz bir yol olarak gözüküyor.


Bu gözle bakıldığında Türkiye’nin güneyi ile artan entegrasyonu ve bu kapsamda çözülmesi gereken Suriye ve Pkk meselelerine karşı izlediği yeni politika hayatî bir aşama olarak görülmeli.
İsrail ve Fransa, bu meselelerin çözümüne takoz koymak için elden geleni yapacaktır.


Fransa’da üst düzey Pkk’lı Cansız’ın ki Oslo Sürecine de dahil olduğu biliniyor, bir suikast sonucu öldürülmesini bu hayatî manzara gözüyle okumak gerekir. Fransa'nın göz yumduğu bir cinayet gözüyle. Başbakan'ın "katilleri" bulun çıkışı bu bakımdan tam isabettir.


Bu arada dikkat çekici bir husus İsrail ile İran’ın mevcut statükoyu koruyucu ve Anglo-Sakson gayelerine karşı bir ittifak içinde olmalarıdır. Bu ittifak Ortadoğu üzerinde İsrail’in oluşacak Akdeniz Birliği’ne dayanarak kendi hakimiyet sahalarını tanıması karşılığında, Anglo-Sakson hesabına göre İran’ın elinden koparılması planlanan sahaların İran’da kalması şeklinde bir desteğe dayalı bir trampa mantığı üzerinden işliyor. İsrail bunu Abd’den Rusya ve Çin’e kaydırdığı kendisine bağlı dev sermayenin tazyikiyle özellikle Rusya üzerinden vaad etmiş bulunuyor.


Kıbrıs Rum Kesimi’nin Akdeniz’de İsrail ile işbirliği halinde bulduğu yeni petrol rezervleri konusu, Abd’nin bulunan petrolün işletilmesi konusunda yükselen itirazı, Rusya’nın da Ortodoks dünyası üzerindeki hakimiyet emeli vs gibi hususlarla birlikte ortaya çıkan manzara, Anglo-Sakson-Türkiye-Mısır ve Körfez Ülkeleri Birliği yakınlaşmasının nasıl olupta bu şiddette gelişebildiğini izah bakımından önemlidir.


İmralı Süreci, doğuracağı sonuçlarıyla Suriye-Irak üzerinden tasvirini yapmaya çalıştığım rekabet halindeki projelere dair etkileriyle sadece bir “iç” mesele değil hatta bundan daha fazla olarak “yeni dünya düzeni”nin nasıl şekilleneceği ile doğrudan bağlantılı bir “dış” meseledir.


Bundan yaklaşık olarak üç sene önce dünya çapında gelişen hadiselerin değerlendirilmesi amacıyla bir yazı kaleme almıştım. Yazının konusu özelde Ortadoğu üzerinde güç mücadelesi yapan hâkim güçlerin dayandıkları projelerin neler olduğu ile ilgiliydi. O günlerde pek anlaşılamayan fakat son gelişen hadiseler vesilesiyle daha rahat görülebileceğini ümit edebileceğim projeler…
Özetle şöyle idi:

a) An
glo-Sakson Devletlerin güdücülüğünü yaptığı BOP diye meşhur olmuş proje
b) Siyonist beynelminel sermaye ve devletinin (İsrail’in) güdücülüğünü yaptığı Parçalanmış Ortadoğu Projesi (POP)
c) Pers-Şii güdücülüğünde merkezî iradesinin İran olduğu Şii Antiemperyalizmine dayalı bir PERS hegemonyası
d) Müesses bir yapı güdücülüğünden mahrûm ehl-i sünnet dev halk yığınlarının –farkında olmadan- aradığı ve hayalini yaşattığı ismi konulmamış İSLAMÎ BÜYÜK DOĞU PROJESİ.


Bu projelerin statik olduğunu, isimlendirmeler değişse bile ruhunun değişmeyeceğini özellikle hatırlatmak isterim.

Burada kritik soru; Anglo-Sakson aksı üzerinde hareket ederken, kendi adımıza hangi projenin hesabında olduğumuz ve bu projenin bağlısı bulunduğumuz “iman kutbu”nu hangi “ideolojik sistem”le hayata taşımak idealine bağlandığımızdır?


“İmralı Sürecinin Gösterdikleri” yazı dizimin, ikincisinde de bu konuyu gündeme getirmiş ve Hilal Kaplan vesilesiyle şu soruyu sormuştum:

Hilal Kaplan’nın duygu ve amaç birlikteliği, eğer kuru bir “Kürt-Türk kardeşliği kulağa hoşgelen bir sadâdan fazlasıysa” demekten ibaret kalacaksa vay bizim halimize!?.. Ben sorayım Hilal Kaplan’a “kulağa hoşgelen bir sadâdan fazlası” nedir?”

Daha açık şekilde ifade edersem


“Biz ehl-i sünnet müslüman dev yığını olarak hangi projenin güdümünde ve hayalindeyiz?!..”


Duyguda İslamî bir dev bir yığın iken kendimize ait bir “yeni dünya düzeni” iddiamızın müşahhas teklifinden mahrûm olmamız normal midir?

Bu bakımdan Salih Mirzabeyoğlu ve Necip Fazıl Kısakürek’in ümmete hizmet noktasında neyin mimarı olduğunu ne zaman anlayacağız? Ve niçin mahkûm edilip, itibarsızlaştırılmak istenildiklerini!..


Bizim “mahalle”ye soruyorum ne zaman kafanızı dönüp bakacak ve bize ait “duygu ve gaye” birliğini müşahhas bir kalıba dökmüş olanların “FİKRİ”ne, dolayısı ile kendilerine de sahip çıkacağız?..

Veya niye hakkıyla sahip çıkamıyoruz?


@umeyrtürki


Notlar:


     1)  Açıkca söylüyorum bu sorular Başbakan’a da... “Yalvaran Mektuplar” başlığını atanlar ve buna zıplayanlara nazire olsun diye ilave edeyim “yalvaran mektup” nasıl oluyormuş görsünler!.

     2)   İmralı-Ankara hattının kurulabildiği bir vasatta, Bolu-Ankara’a hattı niye kurulmuyor?


     3)  İlk 2 madde kale alınmazsa, “Benim Gözümde Menderes” eserinin sonunu hatırlatırım. Bize bir ağıt daha yazdırmazlar umarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder