13 Ocak 2013 Pazar

ZAMAN GAZETESİNİN ALİ'LERİ VESİLESİYLE



 
- Zaman Gazetesi'nden Ali Ünal ve Ali Bulaç'gillerin kulakları çın çın çınlasın -


Önce giriş.


Yahudilik (bugünün diliyle siyonizim- İsrailoğulları değil!) nerede bir birlik görse, orayı tarumar etmenin dehâsına ve stratejisine bağlı bir müessese... 


Bu bakımdan 18. yy'dan başlayan bir furya halinde 20. yy'a kadar "Demokrasi"yi, kendisine karşı oluşmuş bulunan "kadîm" tecrübeye dayalı anti-siyonist (katolik mutlakiyetçiliğe karşı) tüm birlikleri parçalamak üzere sıçrama tahtası olarak kullandı. Hatta Fransız İhtilali'nin kurucu ve inşaacı fikri temellerini, katolik hıristiyanlık ve klasik imparatorluklara ve bunun altyapısını oluşturan feodal ekonomik düzenine karşı olmak üzere üç temel ideolojik esas üzerine bina etti. Birincisi "laiklik", ikincisi "ulusalcılık ve demokrasi" ve üçüncüsü ise ekonomide kapitalizm... Bunların toplamına liberal-demokrasi anlayışı diyebiliriz. Böylece dinde "protestanlık", idarede "demokratik-ulusçuluk" ve ekonomide "merkantilist" ilk dönem çığırı açılmış oldu. Bu hesap hıristiyanlığın esasından kaynaklanan itikadî ve amelî İÇ ZAAFINDAN dolayı başarıya ulaşınca, aynı mantıkla İslam dünyasına taşındı.


Yeni devir ve ihtiyaçlar karşısında "itikadî ve amelî" temeliyle sağlam olmasına rağmen "ideolojik" zaafından dolayı dağılan ve çözülen müslümanlar zıd mânânın bu "ideolojik muhtevalı" saldırısı karşısında şaşırdı ve apıştı. Asılda "ideolojik" zaaftan kaynaklanan bu dağılış ve çözülüşe bir çözüm olduğu iddiasıyla batının yaşadığı serüvenin tersinden tekrarı halinde DİNDE "Vehabilik-mezhepsizlik-dinde reformculuk", İDAREDE "meşrutiyet" ve EKONOMİDE "serbest ticaret" şeklinde zincirleme tezahürler göründü.

Ara not: Cemalettin Afganî, Abduh, Seyyid Kutup ve Mevdudî'nin "itikadî ve amelî" konulardaki savruluşları da bu kapsamdadır. İslamcılık tartışmalarında isimleri zaman zaman geçtiği için belirtelim. Bu bakımdan "İslamî Düzen veya Devlet " hayalî iddiasında bulunanlarla, bu düzen teklifini ehl-i sünnet ölçülerine tam bir teslimiyet içinde "İdeolocya Örgüsü"nde ortaya koyan Necip Fazıl Kısakürek'i karıştırmamak fikir namusu gereğidir. 

Sürecin sonunda bütün ümmetin devleti olan Osmanlı parçalandı ve her bir parçasında yazılı olsun veya olmasın "laik bir ulusçuluk" benimsendi. Bu parçalardan en sofistike ayarın verildiği yer de ANADOLU oldu, müşahhas tezahürü de Kemalist Türkiye Cumhuriyeti... Batıda ve peşinden batı üzerinden müslüman dünyada yaşanan bu dönüşüm özü itibariyle "madde ile kayıtlı akıl" ürünlerinden başka hakikatin bilinemeyeceği gerekçesiyle, din ve inanış belirten tüm sahalarda eşitlik ve fikir hürriyeti anlayşına bağlı bir sistem doğurdu. Buna Demokrasi diyoruz. ( Bu husus bugün nefret suçu kapsamında değerlendirilmesi istenen konuların "mevcut batı hukuku" mantığı içinde fiili olarak bu kapsama alınamayacağını gösterir. )


Şimdi gelişme.

Demokrasi hiç bir mutlak hak ve hakikatin bilinemeyeceği fikrine dayalı olarak, "madem öyledir herkes inanç ve fikrinde eşittir" diyen özüyle, Yahudiye kendisine zıd hakimiyet sahalarında VARLIĞINI diğerlerinin varlığı ile EŞİTLEME imkânını tanıdı. Şüphesiz Demokrasi Yahudinin kendi öz İTİKADI'ınca da tiksinti uyandırıcıdır. Bu yüzden Yahudi "Demokrasi"yi kendi İTİKADINA bağlı BİRLİK gayesine engel olanları parçalayan bir POLİTİK ARAÇ olarak benimsedi. Yoksa "Demokrasi" Yahudi için asla saygıyı hak etmeyen bir argüman olmuştur. 

Yahudi bu dönüşüm sayesinde dinde, idarede ve ekonomide serbestlik imkânını bulunca, öncesinde yaşadığı baskının şiddeti altında şekillenen "içtimaî örgütlülüğü"nü hızla idealine tahvil ederek her şey YAHUDİ için ve YAHUDİ adına anlayışı ile hareket etti. Böylece Demorasi Siyonizmin amiral gemisi oldu. Bunun sayesinde, kendi değer ve hakikatinden şüpheye düşürdüğü zıd mânânın örgütsüz büyük kitlelerine karşı üstünlük kurdu. 

20.yy batı dünyası bu bakımdan mukavementsiz bir teslimiyet sahasına döndü ve siyonist idare ve siyasetine tam anlamıyla teslim oldu. Fakat Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına mukabil müslüman dünyanın tam anlamıyla buna boyun eğmediği görülüyor. Her bakımdan birliğini kefalet altında tutan müesseselerini kaybetmiş olan 20.yy İslam dünyası, serbest ve korumasız şartlar altında ve çoğunlukla da el yordamıyla bu dönüşüme karşı reaksiyon gösterdi. 

Birinci reaksiyon "dinde reformculuk" dönüşümüne karşı "ehl-i sünnet" reaksiyondur. Bu reaksiyon ilk başta "itikat ve iman" bahsi üzerinde yoğunlaştı. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin, birisi itikatta diğeri ise amelde açtığı çığır buna dairdir. Bu kayıt altında bakıldığında dinde reformculuk cereyanı, fikirde ve fiilde akamete uğratılarak batı da görünen tarzda tam bir çözülme gayesine bağlanamamıştır. Anadolu dışında ise İhvan-ı Müslümin hareketinin ilk dönemini buna kıyasla kıymetlendirebiliriz.

Ara not: Batı'nın Osmanl'ı topraklarını fiili olarak işgal ettiği bu dönemde, siyasî sahada bazı reaksiyonlar ortaya çıktı. Bunlar, İslamcılık, Osmanlıcılık, Milleyetçilik vs gibi DUYGULANMALARDAN ibaret aksiyon değil reaksiyondurlar. O devir İslamcılık akımı sahiplendiği isme rağmen özünde reformacı bir zihniyeti temsil eder. Yani dağılan Osmanlı ahalisinin bu dağılışında amîl olan siyasî ve fikrî argümanların oluşturduğu İDEOLOJİK saldırıya karşı İDEOLOJİK bir muhtevası yoktur. Aksine -misâl- İslam Hukuku'nun geri kalmışlık iddiasına karşı, içtihat kapısı açıktır bu telafi edilebilir diyerek veya bir kısım fikrî zaaftan dolayı savunulamayan ve anlaşılamayan "hadîs"lerin, madem akla aykırı (!), olsa olsa uydurmadır denilerek ayıklanabileceği türünde, özüyle dinin aslını ezip bükmeye ayarlı bir "dinde reform" anlayışına bağlı bir akımdır. Bugün Bediüzzaman değil ama devamı olan "the cemaat"in ve savunucularının aynı zihniyetle bizzat Bedîüzzaman'ın mânâsını tahrip ettiklerini görüyoruz. Ali Bulaç ve Ali Ünal (ve taraftarları ile), bu doğru teşhis ve ölçüye nisbetle, Bediüzzaman ve Necip Fazıl Kısakürek'in temsil ettikleri kadîm ehl-i sünnet geleneğinden ayrı bir yerde, tamda "reformcu" sınıfında bulunduklarını göstermişlerdir.

İkinci reaksiyon ise, "İDARE" de laiklik ve demokrasi konusunda oluşan politik reaksiyonlardır. Laiklik red edilmiş, idarede İslam hakimiyeti esası üzerine kurgulu -daha doğru ifadesiyle duygulu- siyasî akımlar gelişmiştir. Fakat bu reaksiyon tam anlamıyla "ideoloji"ye karşı ideoloji şeklinde olamamıştır. Yani dişe diş denilemez. Milli Görüş, Nizam-ı Alem, İslam'a bağlı ülkücülük ve geç dönemde İslam'a bağlı kürt milliyetçiliği tipinde DUYGULANMALAR görünmüştür. Şüphesiz bunlara birinci reaksiyonun diriltiği RUHUN arayışları nazarıyla bakılabilir. Böyle bir zaaf olduğu içindir ki; bu DUYGULANMALAR müstakil ve bağımsız bir İDEOLOJİYE dönüşememiştir. Böyle olduğu içindir ki, idareye karşı gösterilen bu tepkiler politik sahada bir takım taktik tutumlara sığınmıştır. Misâlen, İslamî hayat tarzını hedef alan "militan laiklik" anlayışına bağlı "demokrasi"ye karşı, İslamî hayat tarzını diğer hayat tarzları ile aynı nisbette saygı değer gören (!) -ki İslam'a karşı bir hakarettir- bir "anglo-sakson demokrasi" anlayışı savunularak, böylece hiç olmazsa kabilinden idare üzerinde etkinlik arttırılmıştır. Bu tür bir zaaf olduğu halde mücadelenin ertelenemez şartalarının zorlaması altında oluşan bu akıma "İslamcılık" denilemez!!!... Ancak ve ancak müslümanların tepki hareketleri denilebilir. Başına ağır bir darbe aldığı için şoka giren bir adamın, şuursuz titremeleri-zıplamaları, "ben hayattayım" ibaret muhtevasıyla en fazla çığlığı!!!..

Üçüncüsü ise, "EKONOMİDE" serbestlik anlayışının etkin ajanları rölündeki İslam dışı sermaye guruplarına karşı, İslamî hayat tarzına bağlı - ne kadar mümkün ve muhafaza edilebilirse- , yerli ve milli sermaye guruplarının nüveleşmesi desteklenmiş, böylece yahudi ve işbirlikçisi azınlık sermayesinin tekeli zayıflatılmıştır. Elbette yine zıd bir iktisadî sistem içinde etkinlik artırmak haddi içinde..

Son durum aşağı yukarı bu seyir içinde "sistem içi" etkinlik artırmak zihniyetiyle sürüyor..

Son yıllarda İslam Dünyası'na hakim olan politik değişim süreci ile buna eşlik eden hıristiyan batı dünyasının kendi iç politik ihtilafları ve farklılaşmalarını bu gözle okuyabiliriz

Bütün bu yarı müsbet fakat tehlikeli gelişmelere dikkatle bakıldığında, esas direniş ruhunun İslam dünyasında yaşadığınıı ve bunun temelinin İslam "İTİKADI"ndan ibaret bir DUYGULANMA olduğu görülebilir. Yani dinin çekirdek ve asıl hüvviyetini gösteren TEMELİNDEN. Yoksa bu temel üzerine bina edilebilmiş "gerçek bir islamcılık" hareketinin olmazsa olmazı bir vücud, dünya görüşü inşaa edilebilmiş değil..

Şimdi gelelim asıl meseleye yani sonuç bölümüne.

 
Geçmişte Siyonist Projenin lehine olmak üzere kullanılan politik araç olarak "demokrasi"nin, İslam'ın aslı ve çekirdeği olan "İTİKADÎ" temelden doğan bir reaksiyonun aracı haline geldiğini görüyoruz. Dolayısı ile aynı politik aracın, 18.-20.yy'ları boyunca ifade ettiği mânâ ile 20. yy yarısından başlamak üzere ifade ettiği mânânın bariz bir biçimde farklı olduğunu görüyoruz.

Fakat bu komposizyon bize başka bir şey daha gösteriyor.

Bugün İslam dünyası "demokrasi içi-sistem içi" taktik hareket ihtiyacının tesiriyle "demokrasi"ye sarıldıkça "yine ve tekrar" İDEOLOJİK eksikliğinin kurbanı olarak DÖNÜŞTÜRÜLME tehlikesiyle yüzyüze!.. Kastım bu ideolojik mahkûmiyetin karşı saldırı ÜSSÜ olarak müslümanların "itikadî ve amelî" sağlam zemini de dahil olmak üzere BÜTÜNÜNE karşı kullanılma durumudur.

Son 500 yıllık devre ve özellikle son 250 yıllık devre boyunca meselemizin Ehl-i Sünnet İtikadî ve Amelî esasımızdan kaynaklanmadığı, bilakis sağlam olan bu esasımıza bağlı olarak günümüz meselelerini kavrayıcı ve çözümleyici NİZAM FİKRİNDEN- DÜNYA GÖRÜŞÜNDEN mahrumiyetten kaynaklandığını görüyoruz. Bu mahkûmiyet hala devam ediyor.


Kısaca;

İtikatta; Maturidi ve Eşarî (hangi cemaatten olursa olsun)
Amelde; Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli (hangi cemaatten olursa olsun)
Fikirde; ?????????? (hangi meşrebten olursa olsun)
Politikada; Bugün demokratik nizam içi imkânlarla, demokrasi dışı tüm sahalarda!  (hangi meşrebten olursa olsun)

İtikadî-Amelî-Fikrî bütünlük sağlanmadan bunun adına takip edilen politikaların şöyle yada böyle olması gerektiği şeklindeki tartışmalarının sonuçta aynı zaafiyete düçar olduğunu bilmem ne zaman anlarız?!.. Çın çın çınlar mı kulakları?


Ve son olarak Ali Ünal'a vücudu olmayan bir ruh dünya hükmünce ölüdür, diyorum. Ali Bulaç'a ise, kartal ruhunun özürlü sinek vücudundan ümit edebileceği bir şey yoktur diyorum. 

İkinizin şahsında tüm müslümanlara selam.. (Başbakan'a dahil çünkü bu kısacık hikâyede "Son Devrin Din Mazlûmları" ve "Dinin, dilinin, kinin..." diye devam eden Üstad'a bir göndermesi vardı.)

Not: 
1) Bu kısacık anlatımda özellikle Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in İdeolocya Örgüsü eserinde ve Salih Mirzabeyoğlu'nun "Başyücelik" teklifini istisna olduğu ve henüz hak ettiği ilgiyle ele alınamadığı için anmadım. Ayrıca ele alacağımı vaad ediyorum.
2) Bu yazının asıl dikkat çekmek istediği husus kartal ruhunun özürlü sinek kalıbında çektiği zuhur sıkıntısıdır.
3) Kimse alınmasın özürlü sinek dediğim "demokrasi"
4) Kartal dediğim alınsın, kartal "baş" ya o bakımdan.

 Twitter hesabı: @umeyrturki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder