İnsan
davranışlarının tümü ulvî veya suflî bir gayeye erişmek iradesinden doğar. Ve
yine basit veya karmaşık usûller belirtir. Bir annenin çocuğunu terbiye
etmesinden tutun, devletlerin teşekkülüne ve genişleme isteğine kadar bütün
insanî faaliyetler bir gaye ve bu gayeye ulaşmak için takip edilen politikalar
halinde resmedilebilir. İster fert planında isterse milletler çapında ele
alınsın bu böyledir.
Bu gözle
bakıldığında belli bir insanı veya topluluğu diğerlerinden ayıran ana ölçüler
onun eşya ve hadiseler karşısında takındığı ben tavrından süzülebilir. Bu tavır
bize o insan veya topluluğun niçin var olduğunu izah ettiği kadar, nasıl var
kalmak istediğini de gösterir. Eğer söz konusu olan devletler ise, o
devletlerin kendilerini izah eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını
dayadıkları dünya görüşleridir. Strateji ve politika dediklerimiz de işte
bu dünya görüşlerinin hakimiyet sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla
alakalı olup temeli güç teminidir.
Yani eğer
devletler ve devletler arası bir konuyu anlamak istiyorsak, öncelikle
ideallerini bize tutarlı bir bütün içinde izah etmek iddialı dünya görüşlerini
ve sonrasında da -şüphesiz bu dünya görüşlerinin de ölçülerine uygun- güç temin
etme yollarını ve yöntemlerini tanımak mecburiyetindeyiz.
Böyle bir
bakış açısıyla günümüze baktığımızda yaşadığımız coğrafyanın ve dünyanın
geçirdiği değişim karşısında durumumuzun bize gösterdiği nedir? Şüphesiz böyle
bir soru birbiriyle alakalı ve içiçe bir çok sorunun cevaplandırılmasını
gerektirir. Bu sayfada böyle bir imkâna sahip olmadığımız için okuyucudan
ricamız, bu yazıda icmalen ve peşin ifadelerle geçeceğimiz bazı konu ve kavramların
detaylarını araştırmaları olacaktır.
Ortadoğu
özeline baktığımızda bölgenin sakini devletlerin yanında, dünya devletlerinin
de faaliyet sahası oldukları bilinen bir gerçektir. Bölge devletlerine
baktığımızda hemen hemen hepsinin Osmanlı bakiyesi olduklarını ve 20.yy İngiliz
hakimiyetinin güdümünde şekillendiğini biliyoruz. 2. Dünya Savaş'ı sonrası
ABD'nin İngilizlerden devraldığı dünya hakimiyeti döneminde İsrail'in
kuruluşunu istisna kabul edersek mevcut statükonun değişen rejimler farkıyla
korunduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Soğuk Savaş şartlarının bölge
devletlerini baskılayan döneminin kapanışıyla birlikte hem AB hem de ABD için
doğan otorite boşluğunun doldurulması temel mesele haline geldi. Doğu
Avrupa'nın AB'ye bağlanması en az Berlin Duvarı'nın yıkılışı kadar basit ve
kolay gerçekleşti. Çünkü Doğu Avrupa için öngörülen
"liberal-demokrasi" temelli birlik projesi, hem hayat tarzı hem de
buna bağlı kültür olarak Avrupa hayat tarzı ve kültürünün doğal ve tabiî bir
uzantısı idi ve henüz Sovyetlerin çöküşü ertesinde buna direnebilecek güçlü bir
Rusya yoktu. Yani Doğu Avrupa için hem iç hem de dış dinamikler gayet
müsaitti. Fakat aynı durumun Osmanlı bakiyesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika
için aynı rahatlıkla gerçekleşemediğini görüyoruz. Bunun çeşitli sebepleri var
elbette.
Biraz
geriye dönelim. Soğuk Savaş döneminde bütün dünya iki kutuplu bir düzen
belirtiyordu. Osmanlı bakiyesi bölge de buna bağlı olarak şekillenmiş, ittifak
ilişkileri belli bir dengeye oturmuş bulunuyordu. Dünya liberal demokrasiler
ile sosyalist-ulusalcı cumhuriyetler arasında bölünmüş bir durumda idi. Kıyasıya
yürüyen mücadele şartlarının tazyiki altında liberal-demokrasiler bile sıkı bir
güdüm altında bulunuyordu. Mücadelenin şiddeti dünya görüşü önceliklerini
bastırmış strateji ve politik çekişme öne çıkmıştı. Bu şartlarda dünya görüşüne
ters de olsa esas hasmı zayıflatıcı ve yıpratıcı stratejik ve politik destekler
kabul görüyordu. Örneğin Abd'nin askerî darbeleri desteklediği, bazı Emirlik
idarelerine koltuk çıktığı hatta Afgan Cihad'ına omuz verdiği görüldü. Yeşil
Kuşak Projesi gibi stratejik kuşaklar tasarlanmıştı. Soğuk Savaş dönemi
sonlanınca, öncesi döneme ait makûl strateji ve politikaların devam ettirilmesi
elbette mümkün olamazdı. Şartlar değişmiş, esas hasıma (!) boyun büktürülmüştü,
şimdi sırada açılan alanın hazmedilmesi meselesi vardı. İşte bu yeni mesele
karşısında "liberal-demokrasi" bloku içinde yer alan müttefik güçler
arasında soğuk savaş döneminin baskıladığı farklılıklar açığa çıkmaya başladı.
Daha doğurusu iklim bu farklılıkların ve iç çekişmelerin artmasına müsait hale
geldi. Doğu Avrupa, Rusya'nın hayat alanını daraltmak ortak menfaati gereği
derhal ele alındı ve AB'ye dahil edildi. İzah ettiğim gibi iç ve dış siyasî, içtimaî
ve harsî yapısıyla Doğu Avrupa pişmiş aştı. Fakat iş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika'ya geldiğinde ortada pişmiş aş değil, soğuk savaş kalıntısı strateji ve
politikaların her iki bloka ait kalıntıları vardı. Üstelik bu kalıntıların
hükümranlığı altında boylu boyunca bambaşka bir duygu ait olan büyük
kalabalıklar uzanıyordu. Bu duygu birliği içindeki hat Fas'tan başlıyor ve
Afganistan'a kadar uzuyordu. Bu bölgenin bu kalıntılar eliyle kontrol edilmesi
soğuk savaş şartlarında düşman korkusuyla mümkündü. Sovyetler İsrail'e karşı
Arapları desteklemişti, Abd Sovyetlere karşı Afgan Cihadını desteklemişti.. Her
iki destek de tabanda uyuyan İslamî fayı yerinden oynatmıştı. Bölge halkları ve
politik halk liderleri bütün soğuk savaş dönem boyunca olup bitenlerden muazzam
bir tecrübe ve bilgi birikimine sahip olmuştu. Böylesi bir ortamda Osmanlı
bakiyesi sahanın ne şekilde ele alınması gerektiğine dair çeşitli görüş farklılıkları
ortaya çıktı. İsrail devletini önceleyen siyonistler, kesin bir dille bu
coğrafyanın daha ufak dilimlere bölünmesini ve mevcut devletlerin
parçalanmasını savundular. İsrail'in güvenliği için bu şarttı. Böyle söylüyorlardı.
Hedef ise vaad edilmiş toprakların ABD ve AB eliyle yutulacak dilimlere
ayrılmasıydı. Siyonistler, Abd ve Ab üzerindeki hakimiyetlerini de kullanarak
ilk dönemde Körfez Savaşı vesilesiyle bütün "liberal-demokrasi"
blokunu buna sevk ettiler. Irak eşi görülmemiş bir biçimde yıkıldı! İran sessiz
ve gizli desteğini verdi. Bütün Emrilik idareleri bu operasyona katıldı.
Saddam'ın güçleri ezildi. Beklenen, Irak halkının "demokrasi" adına
ezilmiş Saddam'ı devirmesiydi. Halk buna yanaşmayınca 2.Körfez Savaşı'yla
bizzat Abd-İngiltere ama bu sefer daha az bir destekle Saddam'ı devirdi. Bir
kalıntı temizlenmişti. Fakat beklemedikleri bir tepki ve manzarayla
karşılaştılar. Abd ve Batı nefreti, soğuk savaş dönemine ait verilerle
birleşince bütün Osmanlı bakiyesi sahaya yayıldı. Irak'a demokrasi gelmedi.
Batı, kültür kodlarına uymayan bir çok meseleyle başbaşa kalmıştı. İktisadî
maliyeti de cabasıydı.
Irak
tecrübesi, özellikle Abd ve İngiltere derin devleti üzerinde ciddi tesirler
uyandırdı. İsrail devletini önceleyen Siyonistler prestij kaybetti.
Anglo-Sakson devlet sekreteryası (Abd-İngiltere-Ilımlı Siyonistler), şahin
Siyonistler'den farklılaştı. Parçalanmış bir Ortadoğu projesinin kendilerinin
faydasına olmadığını seslendiren güçler öne çıktı. Parçalanmış Ortadoğu Projesi
yerine uzun vadeli demokratikleşmiş ve birleşmiş bir Ortadoğu projesine kafa
yordular. Çalışmalar neticesinde Büyük Ortadoğu Projesi denilen bir nüve
oluştu. Bunu Genişletilmiş Ortadoğu Projesi şeklinde geliştirdiler.
Mesele
şuydu; eğer askerî güç kullanımı yoluyla bu kalıntılar temizlenmeye çalışılırsa
bu radikal islamcı odakların kitleselleşmesine sebep oluyordu. Irak tecrübesi
bunu gösterdi. Eğer doğrudan demokrasiye geçilirse de bu sefer seçim yoluyla
iktidara gelecek yine islamcı partiler hazır devlet gücünü ellerine
geçireceklerdi. Dolayısı ile birinci yol kesinlikle ümit vaad etmiyordu, ikinci
yol ise ancak iktidara gelecek olanların zihniyetlerine bağlı olarak makûl
sonuçlar doğurabilirdi. Fakat bunun için bölgeye model olabilecek bir tecrübe
gösterilmeliydi. Osmanlı bakiyesi devletler içerisinde en uygunu kısmen daha
eğitimli ve demokrasi konusunda ideolojik olarak daha hazır görünen
aydınlarıyla Türkiye idi. Üstelik Türkiye batıyla iktisadî ve siyasî
entegrasyonu itibariyle yarı yarıya pişmiş sayılırdı. Türkiye'de
kemalist-ulusalcı yapının ipi böylece çekildi, muhafazakâr demokratik dönüşümün
yolu açıldı.
Dışta
Anglo-Sakson Devlet aklı (ilavesiyle ılımlı siyonistler ) ile içte 28 Şubat
tarafından sıkıştırılmış Türkiye İslamî yapısı arasında bu şartlarda bir
ittifak doğdu. İşte bu ittifakın açtığı "hayat alan"ı üzerinden hem
Ak Parti içte hem de Türkiye dışta son 2 yıla kadar pürüzsüz bir yükseliş
trendi yakaladı.
İsrail'in
Gazze Saldırısı, peşinden yaşanan Davos Krizi, Mavi Marmara Hadisesi ve elbette
Arap Baharı'nın beklenmedik bir zamanda patlak vermesi gibi peşi sıra yaşanan
olaylar, Türkiye'nin yıldızını parlattı. Bölgenin hafızasında yüklü batıya
karşı bir “islamî büyük doğu” fikri ve ideali, ruhen su yüzüne vurmaya başladı.
Tunus'ta
başlayan, Mısır ve Libya'da devam eden "Arap Baharı", Batının
ihtilaflı bu iki kanadı açısından özellikle Mısır ayağı ile birlikte bir
muhasebeye sebep oldu. Türkiye'nin yaşanan süreci yönlendirme çabasıyla
birlikte “model ülke” olma vasfı şüpheyle karşılanmaya başlandı. Türkiye artık "şüpheli
ortak" idi.
Arap
İsyanlarının son halka olarak Suriye'ye sıçramasıyla birlikte hem Anglosakson
kanat hem de Siyonist kanat frene bastı. Türkiye Anglosakson kanat tarafından
oyalanma taktiği ile sürüncemede bırakıldı. Türkiye ile İsrail arasında
Obama'nın arabuluculuğu ve teşvikleriyle ortaya konan barıştırma çabalarıyla bu
durum takviyelendi. Amaç yanlız bırakılan Türkiye'nin 900 km sınırı olan Suriye
konusunda bile tek başına tayin edici bir güç olmadığını göstermek ve bunun
üstüne İsrail ile barışarak Osmanlı bakiyesi halklar nezdinde itibarını
sıfırlamaktı. Diğer amaç ise Türkiye'yi özellikle Suriye İsyanı'nın ilk
dönemlerinde Suriye'den uzak tutarken, İran ve Hizbullah'ın Suriye'de
mevziilenmesine vakit tanımaktı. Böylece Suriye vesilesiyle Türkiye itibarını
kaybedecek, Arap Baharı'nın akıllara düşürdüğü bölgenin tekrar tarih sahnesine
dönme ümidi, sunni-şii fay hattının Türkiye ve İran liderliklerinde
oynatılmasıyla sindirilecekti. İran, Körfez Savaşları sayesinde amansız düşmanı
Saddam’dan kurtulmuş ve hatta bölgede Şiilik üzerinden hakimiyet sahasını
genişletmişti. Rusya, Doğu Avrupa’yı kaybetmişti. Ortadoğu’yu kaybetmek
istemiyordu. Çünkü eğer batının Ortadoğu’da kendisine müttefiklik edebilecek
unsuları düşerse, sıranın Gürcistan-Azerbaycan-Kafkasya- Türkî Cumhuriyetlere
geleceğini biliyordu. Rusya açısından özellikle Suriye “sıcak deniz” Akdeniz
hakimiyeti için Kıbrıs’la birlikte çok önemliydi. İsrail merkezli Şahin Siyonistler
İran ve Rusya’nın bu kaygıları üzerine oynadı. Böylece bölgede İsrail baş
mesele olmaktan çıkacak, Türkiye ile Arap Baharının ağır topu Mısır’ın yeni
idaresinin liderliğine karşı, Rusya destekli İran liderliği bölgesel bir
bariyer olarak yükseltilecekti.
Batı,
soğuk savaş ertesi bölgede doğan boşluğu iki zıt görüşe göre doldurmak istedi. Görüşlerden
birisi “muhafazakâr-demokrasi” temelli birleşmiş bir Ortadoğu projesiyle
müşahhas bir plana döküldü. Diğer görüş ise etnik-mezhebî temellerde parçalanmış
bir Ortadoğu projesi şeklinde idi. Bu ikinci proje aynı zamanda İsrail’in “Yahudi”
üstünlüğüne dayanan hegomanyasını tesis etme hedefine karşılık geliyordu. İran
ise Şiiliği, Pers hegomanyasının stratejik bir manivelası olarak görüyor ve bu
ikinci proje içinde gönüllü olarak yer alıyordu. Rusya ise aynı boşluğu İsrail’inde
teşvikleriyle İran’a payanda olarak doldurmak yolunu tutuyordu. Türkiye’nin
durumu ise “muhafazkâr-demokrasi” temelli birinci proje üzerinden bir açılıma
dayanıyordu. İçte kürt açılımı ve dışta Suriye ve Kuzey Irak açılımları bu temel hat üzerine oturmuştu. “Sıfır sorun”
politikası işte tam da bu “muhafazakâr-demokrasi” temelli istikrar hedefine
vurgu yapıyordu.
Böyle bir
tasvir içinde dikkat edilirse bütün meselenin soğuk savaş ertesi bölgede oluşan
boşluğun kim tarafından ve ne adına doldurulacağında düğümlü olduğu görülür. Bunun
yanında bölgenin insan malzemesinin dayandığı ruh ile mevcut güçlerin dayandığı
“dünya görüş”lerinin uygunsuzluğu da gayet açık olarak görülebilir. Türkiye’nin
Erdoğan’ın şahsında “muhafazakâr-demokrasi” hattı boyunca ilerlerken bizzat
Anadolu ve bölge milletlerinin bunu aşan ruhu adına yapıp ettikleri, Erdoğan ve
Ak Parti iktidarını ittifak yaptığı Batı nezdinde “şüpheli” durumuna düşürmüş
oldu. Hem Türkiye içinde hem de dışında “yapılmak istenen” ile “mevcut hal” arasındaki uygunsuzluk ve
hazırlıksızlığın doğurduğu güçlükler eninde sonunda bu ittifakı zorlayacaktı. Ve
zorladı da!.. Fakat bütün bunlara rağmen Erdoğan’ın sessiz devrim olarak
vasıflandırdığı devrimden, bir Fransız veya Bolşevik devrimi gibi takip edilmek
istenen bağımsız ve müstakil strateji ve politikalara dayanak olabilecek bir “dünya
görüşü”nün doğmadığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında “Muhafazakâr
Demokrasi” ancak ve ancak iç ve dış kuşatmayı yıkmaya yarayan geçici (politik)
bir alet olarak görülebilir. Aksine kurucu bir fikrî örgü olarak kabul edildiği
yerde Anadolu ve Bölge Ruhunu tahrip edicidir. Ayrıca “şüpheli” duruma
düşüldüğü açık olduğuna göre beklenmesi gereken terbiye edici ve hizalamaya
dönük müdahaleler de bu yoldan gayet rahatlıkla yapılabilmektedir. Batı’nın “demokrasi”
adına son 150 yıldır yaptığı ısrarlı zorlamalarının sebebi de budur!..
Son
dönemde Suriye özelinde yaşanan gelişmelere bakıldığında bu tasvirin bütün
taraf ve tezahürlerini gördüğümüz gibi, Türkiye’nin bütün iyi niyetine rağmen
yaşattığı zaafı da görebiliyoruz. Sadece
Suriye özelinde değil, bilakis Türkiye içinde de yaşanan son hadiseleri ve iç
aktörleri de bu tasvir içinde dış istinat noktalarıyla birlikte manalandırabiliriz. Kim nereye dayanıyor, ne
adına ve hangi idealin adamıdır görebiliyoruz. Şii-Pers hesabına dayananları, Siyonist hesap
adına maskeli olanları, Anglo-Sakson “muhafazakâr-demokrasi” temelli zihniyet
dönüştürme çabası içinde olanları, Rus “Avrasyacılığı” peşinde koşanları.. Ve
bütün bunların yanında bağımsız “derin millet duygusu”nun henüz fikirde bağımsızlaşamamış
–zaaflı- millet temsilcilerini!..
Sonuç
şudur; “Doğru düşünce (dünya görüşü) olmadan, doğru düşünce faaliyeti olamaz!..”
Türkiye’de
ve Bölgede yaşanan böylesi bir değişim dalgası içinde su üzerine vuran “Yeniden
Büyük Türkiye, Yeni Osmanlı” Derin Duygusu, ancak bir derin dünya görüşü ve
onun yeni derin devlet projesi ile karşılık bulabilir. Aksi halde Türkiye, “mevcut
kötü”leri yıkma ve olması gereken duyguya nefeslenme aleti olabilecek “muhafazkâr-demokrasi”
ile Erdoğan’ın şahsında hasım güçlerin ancak ve ancak malzemesi olabilir. Şu
bir gerçek ki, Osmanlı bakiyesi milletlerin (Anadolu’da dahil) bu derin
duygusuna rağmen belirttiği bu fikrî zaaf giderilmeden hedeflenen bir “İslamî Büyük
Doğu”nun (Yeniden Büyük Türkiye’nin) başarılabilmesi mümkün değildir!..
Başa
dönersek, eğer söz konusu olan devletler ise, o devletlerin kendilerini izah
eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını dayadıkları dünya görüşleridir.
Strateji ve politika dediklerimiz de işte bu dünya görüşlerinin hakimiyet
sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla alakalı olup temeli güç teminidir.
Dolayısı ile Erdoğan ve Ak Parti’nin strateji ve politikalardan önce cevap
vermesi gereken soru şudur; Hangi dünya görüşü adına güç temin edeceğiz?
Türkiye’nin kimliği ve ben kimim sorusuna vereceği cevap ne olacaktır?! Anadolu
ve bölgenin duygusu belli olduğuna göre bu duygunun kalıplaşacağı yeni devletin
genetik bilgisi ne olmalıdır?
İşte Erdoğan’nın Dünya’da ve Ortadoğu’da neye tekabül ettiği
ve edeceği bu sorulara vereceği cevaplarda saklı.
Mesele bundan ibaret...
YanıtlaSilOkuyup anlayani bol olsun insaallah...
Okumak ve anlamak bu devrin kıt kaynaklarından :) Para versen bulamıyorsun..
Sil