29 Haziran 2013 Cumartesi

DÜNYA’DA VE ORTADOĞU’DA ERDOĞAN NEYE TEKABÜL EDİYOR?

(Yeni Şafak Gazetesi için yazılmıştır)

İnsan davranışlarının tümü ulvî veya suflî bir gayeye erişmek iradesinden doğar. Ve yine basit veya karmaşık usûller belirtir. Bir annenin çocuğunu terbiye etmesinden tutun, devletlerin teşekkülüne ve genişleme isteğine kadar bütün insanî faaliyetler bir gaye ve bu gayeye ulaşmak için takip edilen politikalar halinde resmedilebilir. İster fert planında isterse milletler çapında ele alınsın bu böyledir.

Bu gözle bakıldığında belli bir insanı veya topluluğu diğerlerinden ayıran ana ölçüler onun eşya ve hadiseler karşısında takındığı ben tavrından süzülebilir. Bu tavır bize o insan veya topluluğun niçin var olduğunu izah ettiği kadar, nasıl var kalmak istediğini de gösterir. Eğer söz konusu olan devletler ise, o devletlerin kendilerini izah eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını dayadıkları dünya görüşleridir.  Strateji ve politika dediklerimiz de işte bu dünya görüşlerinin hakimiyet sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla alakalı olup temeli güç teminidir.

Yani eğer devletler ve devletler arası bir konuyu anlamak istiyorsak, öncelikle ideallerini bize tutarlı bir bütün içinde izah etmek iddialı dünya görüşlerini ve sonrasında da -şüphesiz bu dünya görüşlerinin de ölçülerine uygun- güç temin etme yollarını ve yöntemlerini tanımak mecburiyetindeyiz.

Böyle bir bakış açısıyla günümüze baktığımızda yaşadığımız coğrafyanın ve dünyanın geçirdiği değişim karşısında durumumuzun bize gösterdiği nedir? Şüphesiz böyle bir soru birbiriyle alakalı ve içiçe bir çok sorunun cevaplandırılmasını gerektirir. Bu sayfada böyle bir imkâna sahip olmadığımız için okuyucudan ricamız, bu yazıda icmalen ve peşin ifadelerle geçeceğimiz bazı konu ve kavramların detaylarını araştırmaları olacaktır.

Ortadoğu özeline baktığımızda bölgenin sakini devletlerin yanında, dünya devletlerinin de faaliyet sahası oldukları bilinen bir gerçektir. Bölge devletlerine baktığımızda hemen hemen hepsinin Osmanlı bakiyesi olduklarını ve 20.yy İngiliz hakimiyetinin güdümünde şekillendiğini biliyoruz. 2. Dünya Savaş'ı sonrası ABD'nin İngilizlerden devraldığı dünya hakimiyeti döneminde İsrail'in kuruluşunu istisna kabul edersek mevcut statükonun değişen rejimler farkıyla korunduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Soğuk Savaş şartlarının bölge devletlerini baskılayan döneminin kapanışıyla birlikte hem AB hem de ABD için doğan otorite boşluğunun doldurulması temel mesele haline geldi. Doğu Avrupa'nın AB'ye bağlanması en az Berlin Duvarı'nın yıkılışı kadar basit ve kolay gerçekleşti. Çünkü Doğu Avrupa için öngörülen "liberal-demokrasi" temelli birlik projesi, hem hayat tarzı hem de buna bağlı kültür olarak Avrupa hayat tarzı ve kültürünün doğal ve tabiî bir uzantısı idi ve henüz Sovyetlerin çöküşü ertesinde buna direnebilecek güçlü bir Rusya yoktu. Yani Doğu Avrupa için hem iç hem de dış dinamikler gayet müsaitti. Fakat aynı durumun Osmanlı bakiyesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika için aynı rahatlıkla gerçekleşemediğini görüyoruz. Bunun çeşitli sebepleri var elbette.

Biraz geriye dönelim. Soğuk Savaş döneminde bütün dünya iki kutuplu bir düzen belirtiyordu. Osmanlı bakiyesi bölge de buna bağlı olarak şekillenmiş, ittifak ilişkileri belli bir dengeye oturmuş bulunuyordu. Dünya liberal demokrasiler ile sosyalist-ulusalcı cumhuriyetler arasında bölünmüş bir durumda idi. Kıyasıya yürüyen mücadele şartlarının tazyiki altında liberal-demokrasiler bile sıkı bir güdüm altında bulunuyordu. Mücadelenin şiddeti dünya görüşü önceliklerini bastırmış strateji ve politik çekişme öne çıkmıştı. Bu şartlarda dünya görüşüne ters de olsa esas hasmı zayıflatıcı ve yıpratıcı stratejik ve politik destekler kabul görüyordu. Örneğin Abd'nin askerî darbeleri desteklediği, bazı Emirlik idarelerine koltuk çıktığı hatta Afgan Cihad'ına omuz verdiği görüldü. Yeşil Kuşak Projesi gibi stratejik kuşaklar tasarlanmıştı. Soğuk Savaş dönemi sonlanınca, öncesi döneme ait makûl strateji ve politikaların devam ettirilmesi elbette mümkün olamazdı. Şartlar değişmiş, esas hasıma (!) boyun büktürülmüştü, şimdi sırada açılan alanın hazmedilmesi meselesi vardı. İşte bu yeni mesele karşısında "liberal-demokrasi" bloku içinde yer alan müttefik güçler arasında soğuk savaş döneminin baskıladığı farklılıklar açığa çıkmaya başladı. Daha doğurusu iklim bu farklılıkların ve iç çekişmelerin artmasına müsait hale geldi. Doğu Avrupa, Rusya'nın hayat alanını daraltmak ortak menfaati gereği derhal ele alındı ve AB'ye dahil edildi. İzah ettiğim gibi iç ve dış siyasî, içtimaî ve harsî yapısıyla Doğu Avrupa pişmiş aştı. Fakat iş Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya geldiğinde ortada pişmiş aş değil, soğuk savaş kalıntısı strateji ve politikaların her iki bloka ait kalıntıları vardı. Üstelik bu kalıntıların hükümranlığı altında boylu boyunca bambaşka bir duygu ait olan büyük kalabalıklar uzanıyordu. Bu duygu birliği içindeki hat Fas'tan başlıyor ve Afganistan'a kadar uzuyordu. Bu bölgenin bu kalıntılar eliyle kontrol edilmesi soğuk savaş şartlarında düşman korkusuyla mümkündü. Sovyetler İsrail'e karşı Arapları desteklemişti, Abd Sovyetlere karşı Afgan Cihadını desteklemişti.. Her iki destek de tabanda uyuyan İslamî fayı yerinden oynatmıştı. Bölge halkları ve politik halk liderleri bütün soğuk savaş dönem boyunca olup bitenlerden muazzam bir tecrübe ve bilgi birikimine sahip olmuştu. Böylesi bir ortamda Osmanlı bakiyesi sahanın ne şekilde ele alınması gerektiğine dair çeşitli görüş farklılıkları ortaya çıktı. İsrail devletini önceleyen siyonistler, kesin bir dille bu coğrafyanın daha ufak dilimlere bölünmesini ve mevcut devletlerin parçalanmasını savundular. İsrail'in güvenliği için bu şarttı. Böyle söylüyorlardı. Hedef ise vaad edilmiş toprakların ABD ve AB eliyle yutulacak dilimlere ayrılmasıydı. Siyonistler, Abd ve Ab üzerindeki hakimiyetlerini de kullanarak ilk dönemde Körfez Savaşı vesilesiyle bütün "liberal-demokrasi" blokunu buna sevk ettiler. Irak eşi görülmemiş bir biçimde yıkıldı! İran sessiz ve gizli desteğini verdi. Bütün Emrilik idareleri bu operasyona katıldı. Saddam'ın güçleri ezildi. Beklenen, Irak halkının "demokrasi" adına ezilmiş Saddam'ı devirmesiydi. Halk buna yanaşmayınca 2.Körfez Savaşı'yla bizzat Abd-İngiltere ama bu sefer daha az bir destekle Saddam'ı devirdi. Bir kalıntı temizlenmişti. Fakat beklemedikleri bir tepki ve manzarayla karşılaştılar. Abd ve Batı nefreti, soğuk savaş dönemine ait verilerle birleşince bütün Osmanlı bakiyesi sahaya yayıldı. Irak'a demokrasi gelmedi. Batı, kültür kodlarına uymayan bir çok meseleyle başbaşa kalmıştı. İktisadî maliyeti de cabasıydı.

Irak tecrübesi, özellikle Abd ve İngiltere derin devleti üzerinde ciddi tesirler uyandırdı. İsrail devletini önceleyen Siyonistler prestij kaybetti. Anglo-Sakson devlet sekreteryası (Abd-İngiltere-Ilımlı Siyonistler), şahin Siyonistler'den farklılaştı. Parçalanmış bir Ortadoğu projesinin kendilerinin faydasına olmadığını seslendiren güçler öne çıktı. Parçalanmış Ortadoğu Projesi yerine uzun vadeli demokratikleşmiş ve birleşmiş bir Ortadoğu projesine kafa yordular. Çalışmalar neticesinde Büyük Ortadoğu Projesi denilen bir nüve oluştu. Bunu Genişletilmiş Ortadoğu Projesi şeklinde geliştirdiler.

Mesele şuydu; eğer askerî güç kullanımı yoluyla bu kalıntılar temizlenmeye çalışılırsa bu radikal islamcı odakların kitleselleşmesine sebep oluyordu. Irak tecrübesi bunu gösterdi. Eğer doğrudan demokrasiye geçilirse de bu sefer seçim yoluyla iktidara gelecek yine islamcı partiler hazır devlet gücünü ellerine geçireceklerdi. Dolayısı ile birinci yol kesinlikle ümit vaad etmiyordu, ikinci yol ise ancak iktidara gelecek olanların zihniyetlerine bağlı olarak makûl sonuçlar doğurabilirdi. Fakat bunun için bölgeye model olabilecek bir tecrübe gösterilmeliydi. Osmanlı bakiyesi devletler içerisinde en uygunu kısmen daha eğitimli ve demokrasi konusunda ideolojik olarak daha hazır görünen aydınlarıyla Türkiye idi. Üstelik Türkiye batıyla iktisadî ve siyasî entegrasyonu itibariyle yarı yarıya pişmiş sayılırdı. Türkiye'de kemalist-ulusalcı yapının ipi böylece çekildi, muhafazakâr demokratik dönüşümün yolu açıldı.

Dışta Anglo-Sakson Devlet aklı (ilavesiyle ılımlı siyonistler ) ile içte 28 Şubat tarafından sıkıştırılmış Türkiye İslamî yapısı arasında bu şartlarda bir ittifak doğdu. İşte bu ittifakın açtığı "hayat alan"ı üzerinden hem Ak Parti içte hem de Türkiye dışta son 2 yıla kadar pürüzsüz bir yükseliş trendi yakaladı.

İsrail'in Gazze Saldırısı, peşinden yaşanan Davos Krizi, Mavi Marmara Hadisesi ve elbette Arap Baharı'nın beklenmedik bir zamanda patlak vermesi gibi peşi sıra yaşanan olaylar, Türkiye'nin yıldızını parlattı. Bölgenin hafızasında yüklü batıya karşı bir “islamî büyük doğu” fikri ve ideali, ruhen su yüzüne vurmaya başladı.

Tunus'ta başlayan, Mısır ve Libya'da devam eden "Arap Baharı", Batının ihtilaflı bu iki kanadı açısından özellikle Mısır ayağı ile birlikte bir muhasebeye sebep oldu. Türkiye'nin yaşanan süreci yönlendirme çabasıyla birlikte “model ülke” olma vasfı şüpheyle karşılanmaya başlandı. Türkiye artık "şüpheli ortak" idi.

Arap İsyanlarının son halka olarak Suriye'ye sıçramasıyla birlikte hem Anglosakson kanat hem de Siyonist kanat frene bastı. Türkiye Anglosakson kanat tarafından oyalanma taktiği ile sürüncemede bırakıldı. Türkiye ile İsrail arasında Obama'nın arabuluculuğu ve teşvikleriyle ortaya konan barıştırma çabalarıyla bu durum takviyelendi. Amaç yanlız bırakılan Türkiye'nin 900 km sınırı olan Suriye konusunda bile tek başına tayin edici bir güç olmadığını göstermek ve bunun üstüne İsrail ile barışarak Osmanlı bakiyesi halklar nezdinde itibarını sıfırlamaktı. Diğer amaç ise Türkiye'yi özellikle Suriye İsyanı'nın ilk dönemlerinde Suriye'den uzak tutarken, İran ve Hizbullah'ın Suriye'de mevziilenmesine vakit tanımaktı. Böylece Suriye vesilesiyle Türkiye itibarını kaybedecek, Arap Baharı'nın akıllara düşürdüğü bölgenin tekrar tarih sahnesine dönme ümidi, sunni-şii fay hattının Türkiye ve İran liderliklerinde oynatılmasıyla sindirilecekti. İran, Körfez Savaşları sayesinde amansız düşmanı Saddam’dan kurtulmuş ve hatta bölgede Şiilik üzerinden hakimiyet sahasını genişletmişti. Rusya, Doğu Avrupa’yı kaybetmişti. Ortadoğu’yu kaybetmek istemiyordu. Çünkü eğer batının Ortadoğu’da kendisine müttefiklik edebilecek unsuları düşerse, sıranın Gürcistan-Azerbaycan-Kafkasya- Türkî Cumhuriyetlere geleceğini biliyordu. Rusya açısından özellikle Suriye “sıcak deniz” Akdeniz hakimiyeti için Kıbrıs’la birlikte çok önemliydi. İsrail merkezli Şahin Siyonistler İran ve Rusya’nın bu kaygıları üzerine oynadı. Böylece bölgede İsrail baş mesele olmaktan çıkacak, Türkiye ile Arap Baharının ağır topu Mısır’ın yeni idaresinin liderliğine karşı, Rusya destekli İran liderliği bölgesel bir bariyer olarak yükseltilecekti.

Batı, soğuk savaş ertesi bölgede doğan boşluğu iki zıt görüşe göre doldurmak istedi. Görüşlerden birisi “muhafazakâr-demokrasi” temelli birleşmiş bir Ortadoğu projesiyle müşahhas bir plana döküldü. Diğer görüş ise etnik-mezhebî temellerde parçalanmış bir Ortadoğu projesi şeklinde idi. Bu ikinci proje aynı zamanda İsrail’in “Yahudi” üstünlüğüne dayanan hegomanyasını tesis etme hedefine karşılık geliyordu. İran ise Şiiliği, Pers hegomanyasının stratejik bir manivelası olarak görüyor ve bu ikinci proje içinde gönüllü olarak yer alıyordu. Rusya ise aynı boşluğu İsrail’inde teşvikleriyle İran’a payanda olarak doldurmak yolunu tutuyordu. Türkiye’nin durumu ise “muhafazkâr-demokrasi” temelli birinci proje üzerinden bir açılıma dayanıyordu. İçte kürt açılımı ve dışta Suriye ve Kuzey Irak açılımları bu  temel hat üzerine oturmuştu. “Sıfır sorun” politikası işte tam da bu “muhafazakâr-demokrasi” temelli istikrar hedefine vurgu yapıyordu.

Böyle bir tasvir içinde dikkat edilirse bütün meselenin soğuk savaş ertesi bölgede oluşan boşluğun kim tarafından ve ne adına doldurulacağında düğümlü olduğu görülür. Bunun yanında bölgenin insan malzemesinin dayandığı ruh ile mevcut güçlerin dayandığı “dünya görüş”lerinin uygunsuzluğu da gayet açık olarak görülebilir. Türkiye’nin Erdoğan’ın şahsında “muhafazakâr-demokrasi” hattı boyunca ilerlerken bizzat Anadolu ve bölge milletlerinin bunu aşan ruhu adına yapıp ettikleri, Erdoğan ve Ak Parti iktidarını ittifak yaptığı Batı nezdinde “şüpheli” durumuna düşürmüş oldu. Hem Türkiye içinde hem de dışında “yapılmak istenen” ile  “mevcut hal” arasındaki uygunsuzluk ve hazırlıksızlığın doğurduğu güçlükler eninde sonunda bu ittifakı zorlayacaktı. Ve zorladı da!.. Fakat bütün bunlara rağmen Erdoğan’ın sessiz devrim olarak vasıflandırdığı devrimden, bir Fransız veya Bolşevik devrimi gibi takip edilmek istenen bağımsız ve müstakil strateji ve politikalara dayanak olabilecek bir “dünya görüşü”nün doğmadığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında “Muhafazakâr Demokrasi” ancak ve ancak iç ve dış kuşatmayı yıkmaya yarayan geçici (politik) bir alet olarak görülebilir. Aksine kurucu bir fikrî örgü olarak kabul edildiği yerde Anadolu ve Bölge Ruhunu tahrip edicidir. Ayrıca “şüpheli” duruma düşüldüğü açık olduğuna göre beklenmesi gereken terbiye edici ve hizalamaya dönük müdahaleler de bu yoldan gayet rahatlıkla yapılabilmektedir. Batı’nın “demokrasi” adına son 150 yıldır yaptığı ısrarlı zorlamalarının sebebi de budur!..

Son dönemde Suriye özelinde yaşanan gelişmelere bakıldığında bu tasvirin bütün taraf ve tezahürlerini gördüğümüz gibi, Türkiye’nin bütün iyi niyetine rağmen yaşattığı zaafı da görebiliyoruz.  Sadece Suriye özelinde değil, bilakis Türkiye içinde de yaşanan son hadiseleri ve iç aktörleri de bu tasvir içinde dış istinat noktalarıyla birlikte  manalandırabiliriz. Kim nereye dayanıyor, ne adına ve hangi idealin adamıdır görebiliyoruz.  Şii-Pers hesabına dayananları, Siyonist hesap adına maskeli olanları, Anglo-Sakson “muhafazakâr-demokrasi” temelli zihniyet dönüştürme çabası içinde olanları, Rus “Avrasyacılığı” peşinde koşanları.. Ve bütün bunların yanında bağımsız “derin millet duygusu”nun henüz fikirde bağımsızlaşamamış –zaaflı- millet temsilcilerini!..

Sonuç şudur; “Doğru düşünce (dünya görüşü) olmadan, doğru düşünce faaliyeti olamaz!..” 

Türkiye’de ve Bölgede yaşanan böylesi bir değişim dalgası içinde su üzerine vuran “Yeniden Büyük Türkiye, Yeni Osmanlı” Derin Duygusu, ancak bir derin dünya görüşü ve onun yeni derin devlet projesi ile karşılık bulabilir. Aksi halde Türkiye, “mevcut kötü”leri yıkma ve olması gereken duyguya nefeslenme aleti olabilecek “muhafazkâr-demokrasi” ile Erdoğan’ın şahsında hasım güçlerin ancak ve ancak malzemesi olabilir. Şu bir gerçek ki, Osmanlı bakiyesi milletlerin (Anadolu’da dahil) bu derin duygusuna rağmen belirttiği bu fikrî zaaf giderilmeden hedeflenen bir “İslamî Büyük Doğu”nun (Yeniden Büyük Türkiye’nin) başarılabilmesi mümkün değildir!..

Başa dönersek, eğer söz konusu olan devletler ise, o devletlerin kendilerini izah eden ve meşruiyetinin temeli olan şey varlığını dayadıkları dünya görüşleridir.  Strateji ve politika dediklerimiz de işte bu dünya görüşlerinin hakimiyet sahasını koruma ve genişletme çabalarıyla alakalı olup temeli güç teminidir. Dolayısı ile Erdoğan ve Ak Parti’nin strateji ve politikalardan önce cevap vermesi gereken soru şudur; Hangi dünya görüşü adına güç temin edeceğiz? Türkiye’nin kimliği ve ben kimim sorusuna vereceği cevap ne olacaktır?! Anadolu ve bölgenin duygusu belli olduğuna göre bu duygunun kalıplaşacağı yeni devletin genetik bilgisi ne olmalıdır?


İşte Erdoğan’nın Dünya’da ve Ortadoğu’da neye tekabül ettiği ve edeceği bu sorulara vereceği cevaplarda saklı.

2 yorum:

  1. Mesele bundan ibaret...
    Okuyup anlayani bol olsun insaallah...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okumak ve anlamak bu devrin kıt kaynaklarından :) Para versen bulamıyorsun..

      Sil