28 Mart 2011 Pazartesi

Ben Kimim? -I-


 * Müslüman
Ne tür bir hafıza olduğunu bilmiyorum. Küçüklüğüme  dair hatıralarımı yokladığımda silik birkaç yüzden, sözden başka dışarıya aksetmiş hiçbir şey bulamıyorum. Caddeler, sokaklar, oynadığım top, arkadaşlarım, aldığım hediyeler vs hiçbir şey.. Canlı hatıralarımı daha çok mânâlar, kokular ve insan ruhuna tesir eden sürekli ve kesintisiz bir halin, şekilsiz ve kalıbsız ifadeleri şeklinde düşünebiliyorum.

Bu gözle, hayatımın ilk temel çivisi, çölde ağır ve sabırla salınan deve ve üstünde adeta ruhîleşmiş bir görüntü ile yoluna revan olmuş birisi.. Bu tasvir İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin hayatını çocuk ruhuna üfleyebilmek için düşünülmüş güzel bir buluştur. Bende vurduğu sonda, hedeflendirdiği ideal bakımından tam isabet kaydetmiştir. Gözümde ve ruhumda yuvalanmış bu ideale nazaran, sarsılmaz bir devir daim halinde sabah erken saatlerde içine sıkı sıkıya tepilmiş dolma halinde sadece başımı bir karış sağa yada sola çevirebilmek iktidarındaki ben ya ana yada baba kucağında  uykumdan ikramiyemi bulabilmek için harektli omuzda kısmen sabit ve rahat bir yer arıyorum.. Burnumu donduran soğuğun kokusu.. Bu koku hafızama yapışmış ayrılması mümkün olmayan bir sülük!!!...

1970'lerde ekmek kavgası için maceralı bir hikâye halinde şu ülke bu ülke derken postu Berlin'e seren babam. Ailesinin münasib bir gelin bulması ve 1-2 yıllık yanlızlıktan sonra iki genç kimbilir hangi hayallerle ele ele hem çalışıyor hemde bambaşka  ve yabancı bir memleketin vaad ettiği zenginliği düşlüyorlar. O yıllarda zenginlik ölçüsünün mütevaziliğini düşünecek olursanız, hırslı olduklarını söyleyemiyeceğim bir hedeften bahsettiğimi anlarsınız. Çok sonra benden önce doğum esnasında kaybettiğimiz bir kardeşimin olduğunu öğrendiğimde tuhaf bir şekilde sarsıldığımı hatırlıyorum. 1974'ün dondurucu Kasım ayında, ikindi vaktinde doğmuşum. Yine ifadeye göre yüzde bir ihtimalle hayata tutunan ben, ancak 40 gün sonra anne kucağına ve kokusuna kavuşmuşum.

İlk yılların heyecanı söndükten ve ağır bir rutin halinde nefes payı bırakmaz bir karabasan ağırlığı iyice çöktükten sonra, yani mahzun ve sessiz o çocuk 4-5 yaşlarında iken -öyle hatırlıyorum- anne ve babamın evlatlarına "değer"lerini intikal ettirmek hedefiyle yaptıkları ilk iş, benzer kaygıların aynı adreste topladığı çocuk kalabalığının içine beni de katmak oldu.

Gitmeler ve gelmeler boyunca ne olduysa oldu, ayrıntılarını hatırlamıyorum. Fakat sonuçta çeşitli ebatlarda kısadan uzuna duvara  dayalı  olarak dizilmiş değneklerin yanıbaşında hocamız, hipnozvarî ve sanki önceden çalışılmış bir ayarda çocuk uğultusu, uğultumuz.. Uğultu, uğultu, uğultu ve gözlerim dalmış akıp giderken, bilmem niye sürekli mahzundum ve bir ara gülebildim - niye güldüğümü anlayacaksınız-, kulağımı sıyırıp omuzumda patlayan değneğin darbesiyle öyle ürktüm öyle korktum ki, peşinden yükselen öfkem ve nefretimin gözlerimde vücud buluşu ve elif-ba, defter, kalem ne varsa fırlatışım ve kapı önünde zapt edilişim. Halbuki ben Ebu Hanife'nin etrafında diğerleriyle birlikte kümelenmiş küçük çocuk ruhumla şefkatli bir yüze dalmıştım, sanki O'nunla gülüşüyorduk.Sonra.. Sonrası babamın gelişi ve teslim edilişim, küfür etmiştim ve zaten ilgisizdim. Tek kelime etmeden eve vardık. Azarlandım. Soğuğun kokusu, değnekle çepeçevre sarılmış küçük gövdemde yaşattığım Ebu Hanife'den tüm dünya habersizdi... VE;

Ebu Hanife yoktu!..

4-5 yaşlarında fark ettiğim bu husus, şimdi anlıyorum ki,  beni derin bir tarih muhasebesine ve içi boşaltılmış ve kıyılmış bir müslüman tipinin arayışına itti... Müslüman kimdi ve ben kimdim?..

Sevgili seni elinden tutup kendisini aratanmış..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder